29 Aralık 2007 Cumartesi

Nurettin Demirtaş ve Türk Askerliği

Nurettin Demirtaş, DTP'nin, tutuklu Başkanı olarak, avukatları aracılığıyla tutukluluğunun iptali için mahkemeye başvurdu; fkat mahkeme söz konusu başvuruyu reddetti. Bu Demirtaş'ın bir süre daha tutuklu kalacağına işaret ediyor.


Hatırlancağı üzere söz konusu insan (ziyanı), çürük raporu aldığı için, askerlik hizmetini yerine getirmemişti. Yapılan kontroller sonucu (bunun), askerliğe engel teşkil edecek bir durumu olmadığı anlaşıldı. Zaten Türk Askerine karşı bir mücadele içinde olan bir grubu desteklersen askerlikten kaçmak için elinden geleni yaparsın (sakın ola ki Sayın Başbakanımızın biricik oğlu bu durumda akıllara gelmesin).

Türk Askeri olmak büyük bir şereftir. Atalarımızın uğruna canını verdiği bu toprakları korumak herkese nasip olmaz. Çürük olduğu halde çürük raporunu gizleyen, sonrasında kalbi delik olduğu için, daha fazla bu görevi sürdüremeyen şehitlerin, mekanı Türk Askerliği olmuştur. Zaten Nuretin Demirtaş gibi (mahlukatlar), askerlik görevine layık değillerdir.

Benim bu konuda şöyle bir önerim var. Eğer bu insan(a benzer vatandaş), illa ki askerliğe alınacaksa, PKK ile savaşa gönderilsin. Bakalım destek verdiği bu grup onu kaç dakika da mermi yuvası yapıyor biz de görelim. Kimse bu ülkenin vatandaşlarıyla alay etmesin. Önce dağda silahlanıp eğitim göreceksin, kocanı oralarda bırakıp insana benziyeceksin bir de üstüne üstlük dokunulmazlık zırhıyla bizle alay edeceksin. Kimden bahsettiğimi herkes çok iyi biliyor ve bu insanlar nedense hala mecliste duruyor.

Bu yazıyı yazdığım için hakkımda belki soruşturmalar açılacak, belki de hapis yatacağım; ama ben yinede bu ülkenin yüksek merciilerinden yardım istemeyeceğim. Oturup hapiste bu durumu nasıl düzeltebilirim onu düşüneceğim.

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ



25 Aralık 2007 Salı

Halk - İktidar Talepkarlığı

Halkın, seçimlerde sorunların neler olduğunu belirleyemediği sadece sorunları belirleyecek olanları seçtiği bir yönetim modeliyle yönetiliyoruz. Bu yönetim modeli, bu haliyle bile bir takım talepler yaratır. Sorunları belirleyenler, bu talepleri göz önünde bulundurmadıkları takdir de, bulundukları konumu kaybederler ve bu bir bakıma kullanıp atmayı da çağırıştıran ince bir çizgidir. Ben bu yazımda söz konusu çizgiyi kalınlaştırabilmeyi umuyorum.

İktidarlar var olan sorunları belirlerken, bu sorunların propagandasından yola çıkarak iktidarı elde etmeye çalışırlar ve bunu da başarırlar. Kısacası seçimlerden önce sorun belirleme görevi partilerindir ve partilerin de varlık mücadelesi iktidar içindir. Bu iktidarın ise, sorunların çözüm yöntemlerinin halka anlatılmasıyla ve halkın da bu yöntemlere oy atmasıyla geleceği şüphe götürmez bir gerçektir (!). Ben bu paragrafta anlattıklarımın Türkiye'de şüpheli olduğunu düşünüyor ve yazımı da bu şüphe doğrultusunda şekillendirmeyi umuyorum.

Türkiye'de partiler her seçim döneminde benzer söylemlerle ortaya çıkarlar ve iktidar olanlar bile bu söylemleri gerçekleştirme isteğinde değildir; çünkü iktidarlar çözdükleri sorunların yeni bir propaganda aracı yapılamayacağını iyi bilir. İktidarların sınırlı da olsa çözebildikleri sorunlar, halk tarafından memnuniyetle karşılanır ve halkın mevcut iktidara oy verme serüveni devam eder. Ben burada halkçı biri olarak, halkı rasyonel düşünmemekle suçluyorum. Eğer iktidar olmuş olan bir parti, çözdüğü sorun üzerinden siyaset yapmaya devam edecekse bu partiye en çok bir dönem oy verilmelidir. Fazlası çözümden çok çözümsüzlük yaratacaktır. Yani çözülen sorunların çözüldükleri için en fazla bir dönem değeri olmalıdır. Aşağıdaki paragrafta bir örnekle açıklarsam;

AKP Türban sorununu çözeceğini söyleyerek oldukça yüksek bir oy almıştır. AKP türban meselesini eğer çözerse, bu sorunu çözdüğü için halkın ondan bu konuda beklentisi kalmamalıdır. Eğer türban meselerine odaklanmış halk, bu konunun tekrar çıkmaza gireceğini düşünüyor ve bu yüzden AKP'ye oy atmaya devam ediyorsa, bu rasyonel seçim olmayacaktır; çünkü başka sorunlar sürekli artmaya devam edecektir. Belli sorunlara odaklanmış bir iktidar boş bir iktidardır ve aslında meşruluğunun da o sorunlardan ibaret olduğunu unutmuştur. Geleceğinin tehlikede olduğu gerçeği bariz bir şekilde bellidir.

Türkiye'de ise durumlar tam tersi yönde işlemektedir. Sorunlara çözüm önerilerini papağan gibi yineleyen partiler, her seçim döneminde aynı politikalarla iktidara oynamaktadırlar. Halk buna karşı bilinçsizdir. Halkın iktidardan talep ettiği çözümleme olmasa bile halk halen bu talebini sürdürmeye devam etmektedir. İktisadi konuşacak olursak, soruna arz olmamasına rağmen, talep devam etmekte bu da bir (siyasi) enflasyon yaratmaktadır. İktidarlar ise enflasyonu dindirmek için ne arzı arttırmayı ne de talebi dindirmeyi düşünürler. İşte siyaseti, iktisattan ayıran bu mantık, Türk siyasetinde de bir çöküşü simgelemektedir.

Gökhan DAĞ


15 Aralık 2007 Cumartesi

Anlamlandırması Güç Güçler

Türkiye bağımsızlık savaşını birçok ülke gibi sadece başka devletlere karşı yapmadı, kendi içindeki bunalımları da dindirmek zorunda kaldı. Ayrıca sadece Amerika gibi bir tek devlete üstünlük sağlamadı, birçok cephede olumlu kazanımlarla ülkesini adeta yoktan var etti. Geçmişe mazi diyenlerin arttığı, bir başka ifadeyle tüm bunların görmezden gelinir olduğu bir memlekette artık güçlerini nereden aldıkları belirsiz olan, daha doğrusu belirgin olanda gizli olan bir takım güçler meydana geldi. Bunları irdelemekte fayda görüyorum.


Türkiye şu an iki ana büyük tehlike ile karşı karşıyadır ve bu iki ana büyük tehlikenin ortak özelliği Türkiye'nin rejimine odaklıdır. Söz konusu tehlikeler ise irtica ve terördür.

Hiç kimse; ama hiç kimse irtica tehlikesi yok diye karşımda durmasın; çünkü bu tehlikenin varlığı aşikardır. İrtica modern Türk devletinin önünde duran kara bir lekedir. Türkiye şeriata doru sürükleniyor ve Atatürk'ün ülkesini emanet ettiği gençlik bunları Kur'an Kursu'ndan izliyor. Dünyadaki cami sayısından fazla camiyi barındıran ülkemiz, camileri dinsel gereklerini yerine getirmek için değil, irtica adına bir kale niyetiyle kullanıyor. İmam sayısının mühendis sayısından, imam sayısının doktor sayısından fazla arttığı ülkemiz kaos ortamına doğru sürüleniyor. Kemalistler gittikçe güç kaybediyor. İrtica olgusunu Allah'a sığınarak gerçekleştirdiklerini iddia edenlerin arkadasından nedense tarikat liderleri ve emperyalist güçler çıkıyor ve bunları cennet yolu için bir kazanım zanneden insanlar siyasi bir güç halini alıyor. Gençlik ilgisiz, ne yaptığını bilmeden yaşıyor. Karşısına çıkan güçlüklerle mücade ederken ülkesini irticaya ve teröre kurban veriyor.

Üniversiteler niteliksiz, eğitim ayaklar altında sürünüyor. Birçok eğitmen kendini yaşananlardan soyutlamış, gününü kurtarma uğraşında yaşıyor. Ülke adına gerçekleştirilen eylemlere katılmıyor, haksızlığa karşı dur demiyor. Kibirle öğrencisine bakan zihniyet, öğrencisiyle adeta alay ediyor. Gençlik gerçeklere yönelmeye vakit bulamıyor; çünkü abuk sabuk gerekçelerle öğrenciler başka yerlere yönlendiriliyor. Yurt dışındaki, sahibi belli okulları övmek, üniversitelerin durumunu görmezlikten gelmekten de önde gidiyor.

İkinci büyük tehlike terör. Meclisin içinde var olan yapılanma teröre davetiye çıkarıyor ve kimsenin buna diyecek gücü ne yazık ki bulunmuyor. Demokrasinin yüce kudretini işine geldiği gibi yorumlamak herkesin işine geliyor. DTP adında kurulmuş, kendini demokratik hak arıyor sayan grup, halkın desteğiyle mecliste bulunduğunu söyleyerek meşru bir zemin yaratıp bayrağa ihanet ediyor. Utanmadan halkla alay ediyor, dokunulmazlık zırhını kaldıramayanlar yüzünden kendilerini bir şey sanıyorlar. Ülkemin, evlatlarını şehit edenlere destek sağlıyor, şarlatan gibi etrafta dolaşıyorlar. Atatürk'ün bulunduğu salonda nefes alıyorlar.

İlginç olan sonuç ise bu irtica ve/veya terör yanlısı insanlar güçlerini halktan alarak meşrulaşıyorlar. Halk ülkesini korumak isterken ülkesini ateşe atıyor ve nedense bunu umursamıyor. Bilinçlenmek şart. Ayrıca bu güçlerin arkasında tarikatler ve emperyalist güçlerin de varlığı yadsımak halka haksızlık olur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ





11 Aralık 2007 Salı

Yeni YÖK Başkanı, Türban Yasağı, Bilimsellik ve Türkiye

Saygın Anayasa Hukuku Profesörü Erdoğan Teziç, YÖK'teki görev süresi dolduğu için yerini Sosyolog Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'a bıraktı. Yeni YÖK Başkanı'nın eşinin başı açık olduğu için tartışma bu seferde Sayın YÖK Başkanı'nın türbanla ilgili konuşmalarına kaydı. Ben kendisinin türbanla ilgili söylediği şeyleri şimdilik arka plana iterek basının karşısına ilk çıktığı andan bahsetmek istiyorum.


Sayın YÖK Başkanı, basına iki temel vizyonu olduğunu söyledi. Bunlar;
  1. Üniversitelerdeki tüm yasakların kalkması
  2. Üniversitelerin asli görevleri olan bilimselliğe yönelmeleri
Türkiye Cumhuriyeti'ni bu iki temel vizyon üzerinden değerlendirecek olursak; Birincisi yasaklar konusudur. Türban konusunda şimdilik konuşmayacağımı söylemiştim; fakat Türkiye'de türban konusunu şimdilik konuşmamak ancak buraya kadar mümkün olabiliyor. Üniversite ve yasak kavramları bir araya geldiğinde hemen türban yasağı aklımıza düşüyor. Demek ki Sayın Özcan, türban yasağına karşı olduğunu ilk fırsatta dile getirmiştir. Kendisi üniversitelerde bu yasağın kalkmasının türbanı azaltacağını söylemektedir; fakat bugünün Türkiye gerçeği, türbanın 4 yıl öncesine göre kullanımının 4 kat arttığını göstermektedir. Hem kural koymaya yetkisi olmayan bir kurum başkanının açık açık türbanın kalkacağını söylemesi de hayret vericidir. Bu konuda şu an söylentiler mevcuttur ve ortada kesin bir şey yoktur. Bir rektör söylediklerini tartmasını bilmelidir.

Başka yasaklara yönelerek bıkkınlık, sıkkınlık getiren türbandan uzaklaşma derdindeyim; fakat bu uzaklaşmanın nereye kadar süreceğini inanın bilmiyorum. Tüm yasaklar demek ne demektir , mesela kopya çekmek, okula silah vb. ile girmekte bir yasaktır ve bunlar da mı kalkacaktır ?

İkincisi, üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe yönelme vizyonudur. Din ve bilim çoğu zaman bir çatışma içinde olduğundan, dini öğeleri üniversitelere sokarak hangi bilime ulaşabileceğimizi zannediyoruz, bunu merak ediyorum. Dini öğelerden kastımsa kesinlikle sadece türban değildir. Türbanlı olup da rejime karşı olan gerici zihniyettir. Gördünüz işte yine o bıkkınlık, sıkkınlık veren konuya girmiş bulundum. Bilimsel olma iddiasında olmak göreve başlandığı ilk anda yasakların kalkacağını söyleyerek mi olmaktadır ?

YÖK Başkanı Sayın Özcan'ın üniversitelerin asli görevini sürdürtme vizyonu bizce doğru bir tespittir; fakat ilginç olan bu tespitin ikinci sırada yer alan bir tespit olmasıdır. Bu durumda da kimse kusura bakmasın; ama zihniyet bellidir.

Türkiye kadrolaşmanın acı yüzüyle karşı karşıyadır. Artık hukukçularımızı da Adalet Bakanlığı mülakatla seçeceğinden, dışlananlara gösterilen yol belli olmuştur. Mesela ben şu anda çok iyi biliyorum ki, idari hakim olmak istesem, gerekli şartları da yerine getirsem, iktidarı eleştirdiğim için bir hukukçu olamayacağım. Ne desem ki sağlık olsun. Teşekkürlerimle, okumadaki saygınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ


6 Aralık 2007 Perşembe

Çekişmeci Politika ve Türkiye

Bernard Crick, 'In Defence of Politics' adlı kitabını 1964 yılında yayımlarken politikaya kendince bir tanım yapmıştı. Tanımı Münci Kapani'nin Politika Bilimine Giriş adlı kitabından aktarırsam; Politika, belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması faaliyetidir denilebilir.

Bernard Crick'in bahsettiği çatışma, uzlaştırma öncesi bir durumdur ve uzlaştırma burada çatışmayı çekişmeci bir anlayışa sokar. Unutmamak gerekir ki hiçbir iktidar tam anlamda bir uzalaşmadan yana değildir. Siyasi iktidarın uzlaşması çoğunlukla (yani zor zamanları dışında) kendisine yakın yerlerde durur. Bundan önceki yazımda dinsel objelerin çatışmasının politikaya yansımasından bahsetmiş ve politikanın bu durumda var olması gereken çekişmeci yanının bir çatışmaya dönüştüğünü belirtmiştim. İşte Türkiye tam da bu dönüşümün üzerinde yer alır ve burada konaklamaya da halen devam etmektedir.

Bernard Crick'in bu tanımı yapmasının üzerinden nerdeyse 40 yıl geçti ve geçen bu kırk yıllık sürenin öncesinde, belki de hiçbir şahsiyet(!), dini elitlerin dizinin dibinde oturup, siyasi bir elit halini almadı. Bernard Crick tanımlamasında bu durumun varlığı göz ardı etme şansızlığını ne yazık ki yaşadı (!).

Dini özelliklerle donatılmış bir kişilik her zaman için kendi dinini ön planda görür ve bunu o dinin mezheplerine yaydığı anda da içinde bulunduğu çatışmayı daha da alevlendirmiş olur. Bu özelliklerde birinin ve yandaşlarının politik elit halini alması, Crick'in tanımının ne yazık ki çürümesi anlamına gelir.

Dini bakımdan kendilerini üstün gören bu şahsiyetlerin çatışmacı kimliklerini politika sahnesine taşımaları, uzlaştırma kavramının işlerliğini ayaklar altına alır ve politikanın çekişmeci (var olan görüşlerin minumum çatışmada sürdürülmesi veya en azami düzeyde uzlaştırma faaliyeti) yönünü ortadan kaldırır. Minumum çatışma her zaman için içinde maksimum öğeler barındırır hale gelir.

Türkiye, yapılan yeni anayasa taslağında ne yazık ki dini bir simgeyi gündemine oturtmuş durumda. Siyasi iktidarın buradaki tavrı kesinlikle çatışmacı bir tavırdır ve politikanın çekişmeci yönüyle örtüşmez. Bunu yeni bir paragrafta irdeleyelim.

Carick'in tanımını tekrar hatırlatırsak; politika, belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarları uzlaştırma faaliyetidir. Türban Türkiye'nin çatışmasıdır ve bu çatışmanın toplumun çıkarına olacak hiçbir yanı yoktur. Türbanın çıkarı din ile ilgilidir ve politik çıkarı kesinlikle içinde barındırmaz. Dini bir simge olması sebebiyle yaradılışından ötürü bir çatışmayı içinde barındırır ve politikanın çekişmeci yönünü kesinlikle ezer geçer. Türbanın dini çıkarının bulunması, Türkiye gibi laik bir ülkede, laikliğin de bir çatışma içine sürüklendiğini gösterir ki bu da türban konusunda yapılan ısrarın çekişmeci değil çatışmacı bir politika örneği olduğunu gözler önüne serer.

Sivil Anayasa tartışmalarının yeniden alevlendiği şu günlerde, dini öğeleri barındıran bir anayasanın sivil bir nitelik taşıyamacağını belirtmek yerinde olur. Dini özellikler barındıran her kural, diğer kurallardan daha dayatmacıdır.

Sonuç olarak, politikanın enfes çekişmeciliği, din dayatması yüzünden çatışmacı bir hale bürünmekte ve bu, Bernard Carick'ten çok çatışmada ezilenlerin hüznüne dönüşmektedir.

Sorulması gereken soru ise şudur: Yoksa politika Harold Lasswell'in dediği gibi "kimin, neyi, ne zaman, nasıl elde ettiği midir?"

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ




4 Aralık 2007 Salı

Onların Bizi, Bizim Onlarımızdır Bağlamında Din ve Politika

"Onların bizi, bizim onlarımızdır." Vamık D. Volkan'ın Kimlik Adına Öldürmek: Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme adlı son eserini okurken kendi kendime içimden böyle bir cümle geçirdim. Gerçektende politikaya bu şekilde bakmanın olanaklı olduğunu düşündüm (ki benden öncede birçok kişinin düşündüğünü biliyorum). Bu şekilde düşünmeyenler içinse, birkaç önerme sunup kendime yandaş aramaya koyuluyorum.


Neredeyse her devletin potansiyel bir tehdidinin olduğunu varsayarak, oluşturulmuş bir biz ve onlar ayrımını mevcut görüyorum. Bizin dışında olanlar yani Onlar, kendilerine Biz demekle beraber Bizide Onlar olarak görür. Yani Bizin düşmanı her zaman Onlardır ve/veya Onların düşmanı her zaman Bizlerizdir.

Yukarıda aslında karmaşık olmasa da karmaşık olarak görünen bu önermeler, kendilerini birçok alanda gösteriyor. Politikanın, dinin, sporun, toplumların var olan gruplarının tümünde bu ayrım mevcut.

Örneğin politikada bir siyasi iktidar ve muhalefet çatışması (daha iyimser olursak çekişmesi), Biz Onlar karşılaşmasını sergileyen en güzel örnektir. Ayrıca devletler arası veya diğer siyasi örgütlenmeler arasında da böyle bir tutum mevcuttur. Rusya - A.B.D. (Biz ve Onlar veya Onlar ve Bizler) çatışması/çekişmesi gözler önünde var olan diğer bir örnektir.

Spor konusunda burada bir örnek vermeyi şu an için gereksiz görüyorum ve hemen dine yöneliyorum; çünkü dinin politikayla yarışabilecek, hatta onu ezebilecek düzeyde bir Biz ve Onlar çatışması içerdiğini düşünüyorum. Burada çekişme lafını din için kullanmaktan sakındığımı hemen fark ettiğinizi de biliyorum.

Dinin içinde bulunan Biz ve Onlar ayrımı her yönüyle daha belirgindir. Din denilen olgu kesinlikle kendine has değerler taşır ve kendine has farklı değerler taşıyan her şeye karşıdır. Ortada ortak olan veya olabilecek değerler bile din olgusunda dışlanır. Örneğin Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta benzer veya aynı olan şeylerden kesinlikle biri değersizdir; çünkü her din ortak olan öğeyi kendi içine alır. Kısacası ortak olanı Bize ait sayar. Ortak olan şeyler Onlar tarafından çalınmış olan şeylerdir, ortak olanlar aslında Bize ait olanlardır.

Dinin bu kendine has çatışmasının politikaya yansıdığı şu on yıllarda politikanın az önce bahsetmiş olduğum çekişmeci yanı ne yazık ki kaybolur. İki Müslüman politik değer arasında bile bu çekişme, mezhepsel Biz ve Onlar çatışması sebebiyle çatışmaya dönüşür, çekişmeci özelliğini kaybeder.

Yazının daha karmaşık bir hal alma tehlikesi var olduğu için özetlemek gerekirse, var olan Biz ve Onlar ayrıştırması dinde en belirgin halini alır ve dinin politikaya karışması politikanın çekişmeci özelliğini yitirmesine sebep olarak onu (politikayı) bir çatışmaya sürükler.

Kısacası, dini içine almış bir politika veya din tarafından etrafı sarılmış bir politika her halükarda çatışmayı ön plana çıkarır ve bu durum şu anda Türkiye gibi birçok ülkenin sorunudur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ




26 Kasım 2007 Pazartesi

Politika Açısından Bugünün Gençleri

"Çoğumuz biliriz ki Atatürk bu vatanı gençlere emanet etmiştir" cümlesindeki çoğumuz kelimesi bir anlam ifade eder. Bu anlamsa, hepimizin bilmesi gerekeni artık bazılarımızın unutmuş olduğu anlamıdır. Bir genç olarak bunu kaldıramıyor ve yazıya döküyorum.


Her konuda çok bilgili olduğumuzu sanırız, her konuda mutlaka bir şeyler söyleriz; ama iş politikaya geldiği zaman orada durur ölene kadar düşünürüz. Duraksamanın geçici olmamasının sebebi bugünün gençlerinin politikadan soyutlanmış olmalarıdır. Kısacası Türkiye depolitize yaşama artık alışmış durumdadır.

Politik tavır almanın suç olabildiği unsurlar mutlaka olacaktır; fakat bu unsurlarında makul düzeylere çekilmesi depolitizasyonu düşük seviyelere indirecektir. Bu açıdan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nden başka Bursa Nutku'nun da unutulduğu söylenebilir. Artık Atatürk'ün eserleri okunurken, içinde en ufak bir hissiyat uyanmayan gençlerin durumu oldukça üzücüdür.

Gençler belki de ondan önce genç olanlar tarafından depolitize edildiğinden, artık politik tavrını yanlızca seçimlerde gösterebilmektedir veya buna bile tenezzür etmemektedir. Bu ülkenin geçlerinin bu ülke hakkında bir oyu bile çok görmeleri ilginçtir ve yazıktır.

Üniversitelerin siyaset bilimi alanında okuyan (bazı) gençler bile, sırf politikaya bir üniversite okuyabilmek için katlanmaktadırlar. Politikadan tiksinmiş durumda olmak, çoğu için ortak bir özelliktir.

Gerçekleri görebildiği, özümseyebildiği halde buna karşı çıkmayan, vicdanını bu yönde taşa çevirmiş gençlerimiz ne yazık ki bulunmaktadır.

Tüm bunlara rağmen ben bir genç olarak, gelecek nesillerden ve yaşıtlarımdan oldukça umutluyum. Olayların üzerine korkmadan gidebilecek, gerçekleri korkmadan söyleyebilecek bazı gençler tanıyorum ve daha çoğuyla da tanışmak istiyorum. Unutmamak gerekir ki biz bu ülkeyi bizden sonra ki nesillere bırakacak olanlarız. Türkiye'nin bize ihtiyacı var. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


25 Kasım 2007 Pazar

Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi: İslamcı Devletten Kovulan Gençlerin Öyküsü

Yukarıdaki başlığın iki nokta işaretinden önceki kısmının Emin Çölaşan'ın kitabına ait olduğunu düşünebilirsiniz; ama öyle değil. Hepimiz biliriz ki eğitim, işine bir temel oluşturarak başlar ve bu temelin üstüne katlar konulmasına da yardımcı olur. Eğitimden neden bahsettiğimi soracak olursanız hemen cevaplayayım; çünkü bu yazı bir eğitim rezaleti üstüne yazılmıştır.

Kocaeli Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim 8. sınıflara uygulanan Başarı Değerlendirme Sınavı'na (OKS) bakacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bu sınava giren öğrencilerin hepsi iyi bir lisede okumayı isteyen 14 -15 yaşındaki çocuklardır ve bu çocuklar sosyal bilimler alanında yapılan testlerde acayip sorularla karşılaşmaktadırlar. Bu acayip soruları göstermeden bu soruların genel niteliği hakkında bilgi vermek yerinde olur. Söz konusu sorula sosyal bilimler alanında olup, bu soruların adedi 25 tanedir. Bu soruların konulara göre ağırlıklarını ise soruları hazırlayan kurul belirler. Bu kurulun belirlediğine göre 5 adet soru din içeriklidir ve nedense geriye kalan tek bir soruda bile Mustafa Kemal ATATÜRK'ün adı bile geçmemektedir.

Özet olarak bizim buradaki amacımız din içerikli soruların niteliğine dikkat çekmek, bu sorular sonucunda nasıl bir nesil yetiştirilmeye çalışıldığını göstermektir. Ayrıca bu soruları yapamayan gençlerin iyi bir lisede okuma hakkının nasıl elinden alındığını göstermektir. Soruları paylaşacak olursak;

1- Aşağıdakilerden hangisi Allah'ın everenin düzenini ve işleyişini sağlamak için koyduğu yasalardan biri değildir ?

a) Fiziksel Yasalar b)Toplumsal Yasalar c)Biyolojik Yasalar d) T.C. Anayasası

2- Yüce Allah evrendeki düzenin varlığı için her alanda kurallar koymuştur. Biz bunlara "sünnetullah" diyoruz. Buna göre aşağıdaki kurallardan hangisi Allah'ın koymuş olduğu kurallardan biri değildir?

a) Gezegenlerin belli bir yörüngede hareket etmeleri
b) Canlıların üreyip çoğalmaları
c) Gelir dağılımının adil olduğu ülkelerin ilerlemesi
d) Futbol maçında topun taca çıkması

Yukarıdaki iki sorunun da cevabı d şıkkıdır. Soruları ve cevapları yorumlayacak olursak;

İlk soruda; Allah'ın yasalarından bahsedilmektedir. Bir kere bu soru bilimsellikten oldukça uzaktır. Aslına bakarsanız dinsellikle de bağdaşmamaktadır. Dinin kurallarının kesin olması bu sorunun ise yorumsal analize dayanması soruyu dinsel içerikten uzaklaştırır. Soru insanların psikolojikmen yönlendirmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. 14 - 15 yaşındaki çocukların bilinaltına T.C. Anayasası'nın önemsiz olduğu vurgusu sokulmaktadır. Bir kere her toplumsal yasayı da Allah kuralı sayan tek bir kaynak vardır o da Kur'an-ı Kerim'dir ve bu kutsal kitabı Türkiye'nin ceza sistemiyle örtüştürmeye çalışmak laikliğe aykırıdır. Bu kıyaslamanın sebebinin sorgulanması gerekir.

İkinci soruda; nitelik itibariyle birinci soruya benzemektedir. Bu soru üzerinde de düşünecek olursak, sorunun şıklarının tamamiyle saçmalık olduğu anlaşılır. Bir kere gelir dağılımı adil olan ülkelerin ilerlemesi iktisadi bir yasadır ve buna rağmen tartışılmaktadır. Gelir dağılımının düzensiz olduğu ülkemizde o zaman Allah'ın yasalarının geçersiz olduğu sonucunun çıkartılabildiği bu soruda (çünkü nedense gelir dağılımı iyi olmadığı halde ülkemiz ekonomik olarak ilerlemektedir, iktidar bunu savunmaktadır), ayrıca topun taca çıkmasının Allah'ın kuralı olmadığı savunulmaktadır. Soruda her alanda kurallar konulduğu bilgisi verilmişse sporun kendi içinde bir alan teşkil etiği gerçeği nasıl unutulmaktadır.

Sonuç olarak, iyi bir lisede okuyabilmek için bu tarzda din sorularının doğru cevaplanması gerekmektedir. Bu soruları cevaplayamayanlar iyi bir eğitimden dışlanmış, adeta İslamcı devlet yapılanmasından kovulmuş olmaktadırlar. Öğretmenler günü öncesinde bu tarz soruları hazırlayan öğretmenlerin varlığı üzücüdür. Şunu da belirtmek gerekir ki, işini layığıyla yapan öğretmenlerimiz, bu tarz gerici öğretmenler yüzünden zan altında kalmaktadır.


Sorulması gereken soru şudur: "İrtica denilen olgunun da terör kadar tehlikeli ve bölücü bir unsur olduğunu acaba biliyor muyuz ?"

Teşekkürlerimizle, okumadaki sabrınız için...

Not: Bu yazıda bize fikir sağlayan değerli gazeteci Mustafa Mutlu'ya teşekkürü bir borç biliriz.

Gökhan DAĞ - Hüseyin KARA

23 Kasım 2007 Cuma

Şaşırmış İnsanlar Külübü: Gerici Sınıf

Çağdaşlık, en genel anlamıysa çağın gereklerini yerine getirmekse, çağın gerisinde kalmış ya da kalmayı kendisine ilki edinmiş insanlar, ya şaşırmıştır ve/veya bununla birlikte gericidirler. Bu yazıdaki hedefimin de haliyle gericilerdir.

Her fırsatta çağdaşlık dendiği zaman Atatürk'ü örnek gösterdiğimizi söyleyen bu kulübe (okula) karşı yine her zaman bıkmadan, usanmadan bunu tekrarlayacağımı söylüyorum. Türkiye'de gericilik (ve kapsadığı anlamda şaşırmışlık) ilk önce Atatürk'ün yaptıklarını reddetmekle başlar. Bunun sonrası ise bizce kaynaklara aşağıdaki şekilde düşer; ama önce bir özetleme yapmakta fayda vardır.

Kısaca özetlersek, bu kulübün insanlarının gerici olduğunu; çünkü çağdaşlığı reddettiklerini söyledim. Aynı zamanda bu gericiliğin içinde bir şaşırmışlığı da barındırdığını ifade ettim. Şimdi diğer noktalara değinme zamanı gelmiştir ve bende bu fırsatı emin olun ki kaçırmayacağım.

Gericilik denilen kavrayış, çağdaşlığı her fırsatta zedelemeye çalışır. Çağdaşlık için yapılan uygulamalara, şeytan taşlıyormuşcasına sürekli bir taş atar. Bu insanların bir diğer özelliği dini kılıflara kendileri aşırı kaptırmalarıdır. Din denilen olgunun, insanları sürekli düzen içinde tuttuğunu savunur, dine aykırı bir şeyin, ki bu genellikle çağdaşlık olur, tümüyle savunulamayacağını savunurlar. Genel iradeleri bölünmez bir bütündür ve bunda şaşırmışlıklarının payıda büyüktür.

Demokrasi denilen ideolojinin verdiği hakları benimseyen, herkesin her istediğini konuşabileceğini savunan bu insanlar, görüldüğü üzere işlerine geldikleri alanda çağdaşlığı en büyük dost sanarlar ve bu anlamda da kendi paradokslarında boğulmuşlardır. Demokrasi Antik Yunan'da başlamış olabilir ama kesinlikle ideallerle ilerlediği için çağdaştır ve birçok yönden de (mesela dini anlamdan) birçok eleştiriye uğramıştır. Peki "Gerici Sınıf" nasıl bir sınıftır ?

Gerici sınıf işte böyle bir sınıftır: İşine geldiği zaman çağdaşlığa sıkıca bağlı, işine gelmediği zaman çağdaşlığı sonuna kadar reddeden. Bu reddedişte aslında gericiliğin tam anlamıyla şaşırmışlık olduğunu gösterir ki, biz şaşırmış insanlara pek güvenilmemesi taraftarı olduğumuzu burada sonuna kadar haykırırız. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


22 Kasım 2007 Perşembe

Türkiye'nin Son Yıllardaki Seçmen Analizi ve Yönetenler

Seçmen, seçim işini gerçekleştiren kitledir ve bu kitle demokrasinin öznesidir. Seçmenden ne anladığımızı söyleyecek olursak, bizde Giovanni Sortari gibi seçmenden sınırlı çoğunluğu benimsemiş bir halkı anlıyoruz; fakat halkımızın bunu ne kadar benimsediği konusunda da şüphelerimizi eksik etmiyoruz.


Sınırlı çoğunluk; salt çoğunluğun, gücünden doğmuş bir kavramdır ve bu kavram sınırsız (salt) çoğunluğun sınırlandırılması görüşünü savunur. Yani belirli bir nüfüs içindeki büyük sayının sınırsız karar verme yetkisini yadsır. Ona göre olması gereken azınlık (ki bu azınlık aslında garip bir şekilde fazlalıkta olabilir) haklarıyla sınırlandırılmış bir çoğunluk sistemidir.

Türk seçmeni de pek tabii ki bir çok devletin seçmeni gibi sınırlı çoğunluk ilkesinin değerini yadsır. Yadsıyanlarda nedense azınlıkta kalanlar değil çoğunlukta olanlardır; fakat unutulmaması gereken demokrasinin azınlıkları çoğunluk haline getirebilecek bir sistem olmasıdır.

Türk seçmeni (bu yazıda diğer devletlerdeki benzerlerini unutarak) sınırlı çoğunluk ilkesini bizce bilgisizlikten yadsıyabileceği gibi, bunu bilgililikten de yadsıyabilir. Yani bilip de bilmemezlikten gelebilir ve bu hiç bilmeyenden daha tehlikeli bir seçmen kitlesidir.

Kısacası Türk Seçmeni bu ve benzeri bir çok konuda bilgisizdir veya bilgilidir. Türk seçmenini belli başlı birkaç gruba ayırabilmek mümkündür. Bunlar;
  1. Siyasete ilgisiz kalmış ve bu ilgisini arttırmaya sıcak bakmayan eğitimsiz kesim
  2. Siyasete ilgisiz kalmış fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimsiz kesim
  3. Siyasete ilgisiz olan ve bunu arttırmayı düşünmeyen eğitimli kesim
  4. Siyasete ilgisiz olan fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimli kesim
  5. Siyasete ilgili olan eğitimsiz kesim
  6. Siyasete ilgili olan eğitimli kesim
  7. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimsiz kesim
  8. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimli kesim
  9. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimli grup
  10. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimsiz grup
Bu sınıflandırmayı yaparken, çok dikkatli davranmadım (ilginin ölçüm değeri olmadığını bilmek herhalde ki pek zor değildir); sebebi ise bu kadar çok grubun elbetteki siyasi (politik) anlamda yanlışlar yapabileceğidir ve bu yanlışları en büyük oranda giderme görevi de son tahlilde çoğunluğun seçtiği, yönetenlerdedir.

Yönetenlerin davranışı ise bir başka yazımınız konusu olmaya değecek kadar uzundur; fakat biz burada kısa keserek ve Sartori'den alıntılar yaparak diyebiliriz ki, (1) özgür bir kamuoyu için öğreti aşılamayan bir eğitim sistemi ve (2) etki ve haber merkezleri birden çok ve değişik olan genel yapı gerekir.

Bu genel yapı ise çoğunluk yönetiminin sınırlı olmasını istemeyen yönetimlerce sürekli geri planda kalır ve bu üstesinden gelinmesi gereken bir sorundur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


16 Kasım 2007 Cuma

17 Kasım 2007'de Gündeme Dair Hissetiklerim


Türklere bakış açısı, diye bir açı vardır ve bu açının derecesi, iletkiyi elinde tutana göre değişir. Osmanlı'dan önce, Osmanlı'dan sonra hatta Osmanlı döneminde bile Türklerin Türklere bakış açısı sorgulanmıştır. Bu ise kendi içinde bir korkar olmuşluğu barındırır.

Biz hiç çekinmeden, dağda yaşamayı alışkanlık haline getirmiş insan ziyanlarıyla diplomasi kurduğumuzdan beri, zannedersem bizim Türkmenlere bakış açımız da değişti. Türkmen Liderini ülkemize almaz olduk, bunu buradan çıkartabiliyorum.

Biz bu aralar Cumhurbaşkanı ve (Cumhurbaşkanı'ndan Sorumlu) Başbakan'ın yaptığı otel ziyaretine alışır olduk. En yüksek oyu aldılar diye modern diktatörlük uygulayanlara, biz bugün bir şey söylemekten korkar olduk.

Ata'mızın Bursa Nutku'nu biz bugün unutur olduk. Günü kurtarmak için geleceğimizi tehlikeye atar olduk.

Biz bugün, 13-14 kişinin liseye giden bir kızımızı kaçırıp tecavüz etmesine sessiz kalır olduk.

Biz bugün kendi isteğimizle Kuzey Irak gibi bir yere giremez olduk.

Biz uzun zamandır eğitim sisteminin iyileştirilmesi gerektiğini unutup, yine bugün olduğu gibi türbanı konuşur olduk. Türbanı İslamı'ın 5 şartından biriymiş gibi gösterip dine küfrettik.

Biz bugün, önceden suçlanmasına rağmen beraat etmiş bir Mehmetçiğe, Hukuk Devleti ilkelerini çiğneyerek hain dedik. Biz bugün, ölseydi, Bayrağa sarılı gelecek olan o Mehmetçiğe (üstüne siyasi parti propagandasını yapacağımızı bile bile) hain dedik.

Biz bugün Milli Piyango Genel Müdürü'nü öldüren adamın neden onu öldürdüğünü sorguladık; fakat oraya nasıl silahla girdiğini bir kez bile gündeme getirmedik.

Biz bugün Avrupa Birliği için diplomasi yaparken, uyum için gerekli olan Millietvekili Dokunulmazlıklarının kaldırılmasının gündemde olmadığını gördük.

Biz bugün, Atatürk'ü her zaman olduğu gibi yine yanımızda görmek ister olduk.

Biz Cumhuriyet Mitingleri'ni (Parti Propagandası Yapılmamış Olmasına Rağmen), Başbakanımızca dışlanan insanları tekrar meydanlarda görmek ister olduk.

Biz bugün laikliğe küfür eden; ama şimdi laik geçinen siyasilere nasıl inandığımız anlamaz olduk. Bunu kabullenir olduk.

Biz bugün, Kuzay Irak'a girip girmeyeceğimize (ne hikmetse referandumdan önce) Bush değil Yüce Meclis karar verir diyipte sonra onun ayağına gidip izin isteyen siyasetçilere yine göz yumar olduk. Biz bir ara yine ne hikmetse 22 Temmuz'dan önce Bush'a Nato verip diklenen Sahte Kasımpaşa delikanlıları gördük.

Biz bugün A.B.D. Başkanı Bush'a, bizim Başkanımızmış gibi Başkan Bush diyenlere sesimizi çıkartamaz olduk.

Biz bugün yine ağzımızı kapatmadığımız için ölüm tehditleri aldığımızı unutmaz olduk. Biz yarın belki yine, bugün olduğu gibi, ölüm tehditleri aldığımız için gurur duyar olacağız. Teşekkürlerimle...

Gökhan DAĞ


14 Kasım 2007 Çarşamba

Küçük Düşürücü Bir Politika Örneği

Bu yazı yazıldığında utanıyordum. Bu yazıdan sonra da hala utanıyor olacağım. Olayın boyutlarına değinmeden önce şunu belirtmek gerekir; siyasal statü bazı durumlarda sosyal statünün önüne geçer, geçmelidir. Bir işletme müdürü nasıl ki gidip kendinden yaşça büyük olan bir çalışanının elini öpmüyorsa (burada ahlaksal düşünmemek gerekir, örf ve adeti işin içine sokmaksa bir o kadar yanlıştır), bir devletin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, hatta bu mevkilere yakın bir kişilikte bu şekilde davranmalıdır.

Türkiye'ye özgü bir özelliği olan politikacılar, politik propagandalarını yaparken, neredeyse halkın ayaklarının altını öperler; ama ne hikmettir ki istediklerini aldıklarında ayaklarını öptükleri halkı ayaklar altına alırlar. Geçtiğimiz günlerde de bunun çok net bir örneği verilmiştir.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah (Efendi) ülkemizde, sanki bizim ülkemizin kralı olarak karşılandı, ki bizim ülkemizde krallık denilen bir kavram hiçbir zaman var olmamıştır. Kraldan çok kralcı bir yapıya büründüğümüz (herkesi katıyorum sonuçta o şahıs herkesin başbakanı, herkesin Cumhurbaşkanı - kovulmak istemeyiz ülkemizden) geçen haftada bir politik skandala imza atılmıştır.

Resimde de görüldüğü üzere, BİZİM (Cumhurbaşkanından sorumlu) Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız, Suudi Arabistan Kralı olan Hazreti ortalarına almışlar, o kral bozmasının resmi altında oturmuşlar. Yüzünden gülücük eksik olmayan Cumhurbaşkanımız yine gülerek, kralın otel odasında. Resmin her yerinden hiyerarşi akıyor. Bu resim bir saygısızlıktır. Eski Başbakanlarımızdan rahmetli Bülent Ecevit, Amerika Başkanı' nı karşılarken yaşlılığından sendelediğinde, Başbakanımızı rezil etmiştik. Şimdi ülkemizin bugün ki durumuna bakın.

Otel odasında ziyaret edilen Suudi Kralı'na hediye olarak, Devlet Şeref Madalyası takılmıştır. Bu insan kimdir ve neden şeref madalyası takılmıştır ? Bu konudaki kanun hükmü açıktır: "Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru birlik ve beraberliği içi yurt içinde ve yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlılık gösteren kişilere..." Devlet Şeref Madalyası verilebilir. Bu Kral, bunlardan hangisini yapmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush'a, kısa olsun diye (sanki bizim Başkanımızmış gibi) Başkan Bush diye hitap eden, Devlet Büyüklerimiz bu Kralı da resmen bizim Kralımız ilan etmişlerdir.

Gelen tepkiler üzerine BİZİM Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Suudi Kralı'nın yaşı yüzünden yanına gidildiğini (Yazının başında verdiğim kısa anekdotu hatırlayın lütfen) söylemişlerdir. Peki Ben Cumhurbaşkımıza soruyorum. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in neden ayağına gidilmemiştir , Şimon Peres Arap Kralı olan, pirinci elle yiyen bu insandan büyük değil midir?

Cumhurbaşkanlığı Makamı bu devletin en üst makamıdır. Dış İşleri Bakanlığı'nı devam ettiriyor olsa bile, bu şekilde davranmaması gereken bir siyasi elit Cumhurbaşkanı iken nasıl böyle davranabilmiştir.

Gelen tepkiler üzerine köşk, bu şekilde bir davranışın usulde var olduğunu söylemiştir. Peki bunu kabul edelim. O zaman bir soru soralım bu usul neden başkalarına uygulanmıyor ? Bu soruya da köşk, Suriye Devlet Başkanı'na da bu şekilde davranıldığını söylemiştir. O zaman Suriye Devlet Başkanı sanırız ya yaşından oldukça genç gözükmektedir ya da nüfusa büyük yazılmıştır. Yoksa her iki Devlet Başkanı da Müslüman diye mi ayaklarına gidilmiştir ?

Son bir şey, eğer bu adam ülkemize yatırım yapacağı için ayağına gidildiyse, söylemek gerekir ki; Devlet onuru parayla satılmaz.

Gökhan DAĞ


10 Kasım 2007 Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasi Türkiye

Çoğu çevrelerce bilinmediği üzere Türkiye Cumhuriyeti 2. Dünya Savaşı'na katılmış bir ülkedir; fakat biz burada Türkiye'nin söz konusu savaşta yaşadığı dış politik gelişmelere değil (dış borçlanma hariç), iç politik meselelere değineceğiz. Savaş öncesi ve sonrası politik gelişmeleri ise çok partili hayata geçişten öncesi ve sonrası olarak irdeleyeceğiz.

Savaştan önceki yıllarda, daha Atatürk hayattayken Türkiye Sevr Antlaşmasına oranla daha çok kabul edilebilir bir Antlaşma olan, Lozan Antlaşması'na imza atmıştı. Bu antlaşma esnasında, istediklerini alamayan Batılı Devletler, istediklerini içeren bir belgeyi ellerinde tutmuşlar ve Türkiye'nin er ya da geç kendilerine muhtaç olacağını ve Lozan'da alamadıklarını o zaman alacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine Türkiye, elinden geldiğince kendi olanaklarıyla yetinmiş ve söz konusu batılı devletlerin kapısını hiç çalmamışlardı. Bu durum Türkiye'nin uluslararası arenada güçlü bir devlet olarak anılmasına yol açacaktı.

10 Kasım 1938'den kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı'nın, 1. Dünya Savaşı'ndan beri atılmaya devam eden çimentosu kurumaya başladı. Atatürk'ün ölümünden sonra, Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü savaşa girmemeyi düşünmüş; fakat kendisini ekonomik kısıtlamalarla sağlama almaya çalışmıştı. Bu dönemde tasarruf politikaları izlenmişti. Üstelik bu politikalar halkın büyük tepkisine rağmen yapılmıştı.

Savaşın sonlarına doğru aynı dönemlere rastlayan, çok partili hayata geçiş döneminde, CHP o zaman ki tasarruf politikaları sebebiyle iktidarını Demokrat Parti'ye kaptırdı. Demokrat Parti Halkçı, Köylücü, söylemleriyle, CHP'nin tasarruf politikasını eleştirdi. Nihayetinde DP İktidarı Türkiye'nin geleceğini belirlemeye başladı. DP iktidara geldiği zaman tasarruflarla birikmiş bir devlet hazinesinin sahibi oldu. Gerçekten de halk ne istediyse yaptı; çünkü elinde mükemmel bir kaynak vardı: "Savaş korkusuyla tasarruf edilmiş bir yığın para ve altın".

Halkın her istediğne iktidarı kaptırmamak için evet diyen DP iktidarı bir süre sonra kasanın boşaldığını görünce, dış borç almaya başladı. Halkın istekleri sınırsızdı; fakat devlet kasası sınırlıydı. İşte tüm bunlar dış borçların alınmasını gerektirdi. Alınan dış borçlar sonrası Batılı devletlerin Lozan'dan bu yana sakladıkları istekler gün ışığına çıkmaya başladı.

Sonuç olarak bugünün Tükiye Cumhuriyeti'ne o zamanın koşullarını dikkate alarak bakmak gerekir. Artık Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Irak gibi bir coğrafyaya dış güçlerin isteğine göre girip girmeme kararını verecek bir ülke olmuştur. Burada kesinlikle DP politikalarını suçladığımız düşünülmesin; fakat bu durumun başlangı olarak DP sayılabilir. Sorun aslında daha çok başlangıcı yapan da değil, bu durmun devam etmesine göz yumanlardadır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ





6 Kasım 2007 Salı

ABD Neden Türkiye'nin Yanında, İçinde ve Dışında ?


Coğrafi bakımdan birbirlerine bu kadar uzak, ama politik bakımdan bu kadar yakın işbirliği içinde olan ülke sayısı her halde çok azdır. Azın içinde bulunan bir ortaklıkta, (!) ABD - Türkiye ortaklığıdır. Bunda Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ile Rusya arasındaki sınır yakınlığını bildiğinden Türkiye ile yakın temaslar içinde bulunmaktadır. Bu ve benzeri bakımlardan ABD, Türkiye'nin yanındadır. Kısacası bölgede (ve dünyada) önemli bir askeri güce sahip olan Türkiye, ABD'nin bir anlamda işbirlikçisidir. Bu da Türkiye'nin ABD'ye anlamsız bir şekilde güvenmesine yol açar. Tabii bunda ABD'nin süper güç olarak gösterilmesi de yadsınamaz bir diğer gerçektir.

Kısaca kapital sistemin işleyişinden bahsetmek, az sonra değineceğimiz konuyu açıklamada bize yardımcı olacaktır. Kapitalizm şu anda uluslararası ekonomik sistemin temelin oluşturur. Kapitalizmin ne kadar adaletli bir ekonomik sistem olduğunu burada tartışmadan söylenebilir ki, uluslararası ekonomik sistemin dışında kalan devletler yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır (Sosyalist Rusya gibi). Ayrıca kapitalist sistem genelde özel (ve istenilmese de belli oranlarda kamusal) yatırımlar sayesinde işler. Doğal olarak ki, yatırımı yapacak özel kesim, yatırımlarını güvenli bir ortamda yapmayı tercih eder. Güven ortamının olmadığı; yani siyasi ve askeri istikrarsızlığın yaşandığı yerlerde kapitalist sistem varlığını yitirir. Bu da uluslararası ekonomik sistemden bir sapmayı ve tehlikeyi işaret eder.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanları zihnimizde tuturak ve olayı sadece Türkiye'nin doğusuyla ilişkilendirerek şunları söyleyebiliriz;
  1. ABD, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşanmakta olan terörü desteklemektedir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ağırlığını (uluslararası ekonomik sistemden sapmamak için) bu bölgelere verecek ve gücünün önemli bir kısmını hem ekonomik hem de politik olarak bu bölgelere aktaracaktır. Bu da Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek gücünü bulmasını engelleyerek ABD'ye bağımlı hale gelmesine yol açacaktır.
  2. ABD, bölgede var olan karışıklığı gidermede Türkiye'ye zorluklar çıkartmaktadır. Sınır ötesi operasyonu engellemek ve benzeri tutumlar, ABD'nin bölgede karışıklığın devam etmesini istediğini gösterir. Bu hem bölgenin güvenlik seviyesini düşürecek hem de ABD'nin PKK denen örgüte bedava verdiği silahları Türkiye'ye para karşılığı satmasına neden olacaktır. Bir başka ifadeyle ABD, terörü destekleyerek Türkiye'ye askeri ürünlerini satacaktır. Silah üretmekten aciz olan Türkiye ise bu durumda ABD'ye bağımlı kalmaya devam edeektir.
  3. ABD, Türkiye tarafından kendisine kullandırılan İncirlik Üssü sayesinde bölgede piyonlarını rahatça hareket etme serbestisine sahip kılınmıştır. Bu da ABD'ye bağımlılığın bir başka göstergesidir.
  4. Türkiye bilindiği üzere Misak-ı Milli çerçevesinde, bazı yerlerin idealini kurmaktadır. ABD bu ideallern gerçekleşmemesi için bölgede bulunan düşman grupları desteklemektedir.
  5. Türkiye'nin bir diğer doğu sorunu Ermenistan'dır. İki günde bir Ermeni Sorunu'nu meclisine taşıyan ABD,Türkiye Cumhuriyeti'nin konuyla meşgul olmasını sağlayıp, bölgede iç huzursuzluk yaratma peşindedir. Huzursuzlukta hatırlanacağı üzere kapitalist sistemin çarklarını kırar.
  6. Bilindiği üzere Marmara Bölgesi Türkiye'de var olan yatırımların neredeyse tamamını oluşturur. Bölgenin güvenli olmasının bundaki payı büyüktür. Bu yatırımlar Türkiye'yi büyük ölçüde beslemektedir; fakat unutulmaması gereken nokta, bu insanların da bir yerden sonra isyan bayraklarını çekeceğidir. Çünkü yatırımı yapan kesim verginin de büyük bir bölümünü ödeyen kesimdir. Bu sebeple bu kesim, Doğu'da yatırımların olmasını istemekte; fakat güvenlik sorunu yüzünden gerçekleşmeyen yatırımlardan dolayı huzursuz olmaktadır. Bu da ABD'nin iç karışıklığı arttırıcı bir etki yaptığının göstergesidir.
Yukarıdaki maddeleri pek tabii ki arttırmak mümkündür; fakat biz yazımızın uzunluğunu makul tutma açısından burada sadece bunları vermekle yetineceğiz. Yetindiğimiz bu konu ABD'nin neden Türkiye'nin içinde olduğunun bir göstergesidir.

ABD Türkiye'nin neden dışında sorusuna ise kısa bir cevap vermek mümkündür. Petrol, BOP, içerideki düşman grupları dışarıdan da destekleme, geleceğin genç nüfusuna sahip en büyük devletine yakın olma.

Sonuç olarak; ABD'de Türkiye'nin hem yanında (!) ve içindei hem de dışındadır. Tüm bunlar ise aslında ABD'nin birçok faktörden Türkiye Cumhuriyeti'nin üstünde olmasından kaynaklanır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...


Gökhan DAĞ








4 Kasım 2007 Pazar

Ülkücülük Nedir, Ne Değildir ?

Başlıkta yer alan makale şu adreste yer almaktadır. http://delikurt.wordpress.com/2007/02/01/ulkuculuk-nedir-ne-degildir/ Bu başlıkta yer alan makaleyi okumak ve makaleye verdiğim cevabı görmek için söz konusu adrese bakabilirsiniz.

Gökhan DAĞ

31 Ekim 2007 Çarşamba

Yeni Bir Blog Oluşturuyoruz !

Herkesin kendi siyasi görüşünü yansıtabileceği, sürekli yazan bir yazar kadrosuna sahip bir blog oluşturuyoruz (Bu var olan sitemin kapanması anlamına gelmiyor tabii ki). Bu amaçla, bu yolda bizimle yürüyebilecek arkadaşlarımızı ve büyüklerimizi aramıza davet ediyoruz.


Yeni Oluşturulacak (Siyasi) Blogumuzun kadrosunda yer almak istiyorsanız lütfen sitemde yer alan bu sayfayı takip edin.

Daha detaylı sorularınız için bana ulaşabilirsiniz. (gokhandag23@gmail.com) Teşekkürlerimle, keyfini sürün.

Gökhan DAĞ

Unutamayacağım Kişilikler




Yukarıda resimlerini gördüğünüz şahsiyetler bazı kesimlere göre çok iyi işler başarmış, bazı kesimlere göre ise çok kötü işlere imza atmışlardır. Her ne olursa olsun başımız sağolsun.


Gökhan DAĞ

23 Ekim 2007 Salı

21 Ekim 2007 Referandumuna Evet Dedik; Ama !

Referandum sonucuna göre Türk Halkı referanduma evet dedi. Demokratik bir birey olarak, referandum sürecinin demokrasiye uygun olup olmadığını şimdilik görmezden gelerek, halkın tercihine saygı gösteriyorum. Demokrasi farklı görüşlerin yaşamasına olanak veren bir rejim olduğu için, saygı göstersem de olayları sorguluyorum. Bu sorgulama neticesinde ise bazı düşüncelerimi, ne kadar etki göstereceğini umursamadan, sizlerle paylaşıyorum.

Katılım oranın kesin olmayan sonuçlara göre % 60'lı oranlara ulaştığı bu referanduma evet diyenlerle yaptığım bazı görüşmelerde, neden evet dediklerini sorma fırsatını yakaladım. Bir çoğu halkın yönetime katılması için diye bir cevap versede önemli bir çoğuda AKP yandaşı olduğundan böyle bir seçim yaptığını benimle paylaştı. Şunu söylemek gerekiyor, her şeyden önce referandum partiler üstü bir nosyondur. Partilerin bu olaylara karışması onları baskı grubu yapar ki bu da siyasi parti teorisine bir oranda terstir.

Önecelikle referandum paketi sanıldığının üzere sadece Cumhurbaşkanını halkın seçmesini içermemektedir. Referandumda var olan konuları kısaca özetlersek;

1- 11. Cumhurbaşkanını halk seçsin. (Bu genel ibare referandum süreci başlamışken 12 cumhurbaşkanı olarak değiştirilmiştir.)

2- Meclis karar yeter sayısı 184 olsun. (367 Milletvekili toplayamama sorunu sebebiyle)

3- Genel seçimler 5 yıl yerine 4 yılda bir yapılsın.

4- Cumhurbaşkanı seçilen kişi var olan duruma göre 5 + 5 yıl görev yapabilsin.

Referandumda var olan kısa başlıklar aynen böyleyken, yapılan propagandalar genelde Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönünde yoğunlaşmıştır. Neye evet dediğini bile henüz bilmeyen daha doğrusu kavrayamayan halk ne yazık ki siyasal rejimin çarklarını büyük ölçüde zedelemiştir.

Düz ve bir o kadarda açıklayacı olan mantıksal kavrayıştan yola çıkarsak, Cumhurbaşkanını seçme zorluğu yaratan 367 yeter sayısını 184'e çeken bir referandum metninin amacını kavramakta epey zorlanırız. Meclisin seçimini kolaylaştırarak, seçimi meclis yerine halka yaptırmanın mantığı nedir, bunun sorgulanması gerekir.

Bu referandum halka bir dayatmadır. Yukarıda sayılan maddelerden birincisine evet deyipte, diğer maddelerden herhangi birini kabul etmemek pek tabii ki doğaldır; fakat maddelerden birine evet demek diğer maddelere de evet demek olduğu için, dayatma apaçık meydana çıkmaktadır.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) referandum sürecini bir huku komedisine çevirmiştir. Demokrasiye evet, referanduma evet diye propagandalar yapan, siyasi iktidarın etkisi altında kalan YSK, oylama süreci başlamış bir metnin değiştirilmesinin verilen oyları etkilemeyeceğine hüküm vererek cehalet örneği sergilemiştir.

Bir şeyden haberdar olmak, onu bilmek demek değildir. İnsanların referandumdan haberi vardır; fakat bu konuda bilgisizdirler. Bu süreç onu göstermiştir. Siyaset Biliminin önde gelen akademisyenleri seçim sonuçlarından sonra başını eğerek bizim halka verecek neyimiz kaldı demiştir. Bunun sebebi siyaset bilimcilerin üstüne basa basa bu süreçte halkın hayır demesi gerektiğini söylemesi ve halkın bunu dinlememesidir.

Referandum sonuçlarına bakacak olursak, referandum sürecinin kimin işine geldiği apaçık meydandadır. Güneydoğu Bölgesinde yaşayan halk referanduma %95 oranında evet demiştir. Bunun nedeni sorgulanacak olursa, yeni Cumhurbaşkanı'nın kim veya kimler olabileceği akla düşer (Burada oradaki halkı kötü gösterdiğim lütfen anlaşılmasın, çünkü referanduma katılmayan büyük bir çoğunluk söz konusudur.).

Sonuç olarak, Türkiye; bilim dünyasını reddederek, demokratik haklarının çiğnenmesine göz yumarak, referandum paketinden bir haber olarak, referandum metnine evet demiştir. Sevinilecek olan tek nokta Türkiye yeni bir siyasi kavrayış ortaya çıkarmıştır. Halkın Cumhurbaşkanını seçtiği bir parlamenter sistem. Dünyayı güldürmek bizim bu konuda, inanın ki hakkımız değildir.

Diğer maddeleri de yakında yorumlayacağımı belirtirim. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ




Tepki Vermesini Bilmiyoruz !

Birkaç gün önce hain terör saldırılarında; evlatlarımızı, kardeşlerimizi yitirdik. Bunun acısı tabii ki yüreğimizi derinden yaraladı. Tepkiler gösterdik, yürüyüşler düzenledik. Bayraklarımıza sarıldık. Bayrağımızın kırmızı rengini oluşturan kanın her geçen gün arttığı bu dünemlerde ben şehitlerimizin nedense rahat uyuduğunu düşünemiyorum. Bunun sebebini ise vatan uğrunda ölen şehitlerimizin, ölümleri üzerine verilen parantez içinde bölücü tepkilerde görüyorum.

Şehitlerimizin artması üzerine tepki vermekten daha doğal bir şey olamaz; fakat biz bu tepkilerimizi bütünleştirici bir biçimde değil bölücü bir şekilde veriyoruz. Vatan uğruna ölen şehitlerimiz, nasıl ki belli gruplar için şehit olmadıysa verilen tepkilerde belli grupları ön plana çıkartmakta o derece yanlıştır.

Terör olaylarının gerçekleşmesi sonrasında halkın bir kesiminin meydanlara dökülüp; "Ya Allah Bismillah Allahu Ekber" diye meydanları inletmesine bir anlam veremediğim gibi, yapılan ülkücü selamlarınıda bir anlam veremiyorum.

Bu canlar, TÜRK BAYRAĞI için şehit olmuşken, insanların bir siyasi partinin bayraklarına kuşanıp meydanlarda parti propagandası yapması son derece yanlıştır ve kınanacak bir harekettir. Şehitlerimize sahip çıkmak hiçbir grubun tekelinde değildir. Bu olay bir ulusal tepkiyi gerektirir, gerektirmelidir.

Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da değindiği üzere terör konusuna duygusal yaklaşmak son derece tehlikelidir. Tabii ki duygusal yaklaşılacaktır ama ben Başbakan'ın gereğinden fazla duygusal demek istediğini düşünüyorum.

Bu şekildeki (bölücü nitelikli) tepkiler şehitlerimiz kemiklerini sızlatır. Halkımızı dikkatli olmaya davet ediyorum. Bu yazı vesilesiyle şehitlerimizin ailesine ve tüm vatana sabırlar diliyorum. Allah rahmet eylesin. Teşekkürlerimle...

Gökhan DAĞ




18 Ekim 2007 Perşembe

21 Ekim'de Sandık Başına

Türkiye 21 Ekim 2007 tarihinde tekrar sandık başında olacak. Referandum özelliği taşıyan bu şeçimde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Cumhurbaşkanını halk mı seçsin, yoksa var olan sistem devam mı etsin diye oy kullanacaklar. Ben lafı uzatmadan söylemeliyim ki böyle bir oylamaya karşıyım. Nedenlerine gelince;

1. Referandum süreci başlamışken, halkoyuna sunulan metin değiştirilmiştir; ve bu bakımdan seçim hukuken sakattır. Gümrük kapılarında oy kullanan vatandaşlar, oylarını eski metne göre kullanmıştır ve bu oylar yeni oluşan metin hakkındaki düşünceleri yansıtmamaktadır. Bu durumda Yüksek Seçim Kurulu (YSK) nasıl olmuştur da seçimin 21 Ekim'de yapılabileceğine karar vermiştir. Bu bir hukuksal ayıptır. İktidarın ve YSK'nın bu davranışının ne kadarı demokrasiyle bağdaşır ?

2. Seçimin getirileri ve götürüleri yeni bir iktidar dönemine rastlayabileceğinden, aynı konuda yeni bir referandum gerekebilir. Her seçim bir harcama olacağından bunun ekonomik götürülerinin hesaba katılması gerekir.

3. Referandum paketi, halkın, TBMM'in seçeceği adaylardan birini seçmesine olanak tanımaktadır. Bu bakımdan iktidar partisinin seçeceği aday yüksek ihtimalle Cumhurbaşkanı olacaktır. Hemde seçilecek olan bu cumhurbaşkanı meclisin yapacağı seçime göre daha kolay seçileceğinden bu durum, şu anki konjonktürde iktidar partilerinin işine yarayacaktır.

4. Parlamenter bir sistemde Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi bir rejim skandalı yaratabilir ve rejim çarklarının iyi işlememesine veya durmasına yol açabilir.

5. Cumhurbaşkanı Adayı olan şahsiyetlere halk neye göre oy verecektir, Cumhurbaşkanı adayları acaba şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıp seçim propagandalarımı yapacaktır ? Görevleri Anayasa'da net bir şekilde belirtilen siyasi bir şahsiyetin neye göre oy isteyeceği merak konusudur. Düşünsenize Cumhurbaşkanı'nın şöyle bir propganda yaptığını: "dinci kesimi mutlu edecek kanun tasarılarını veto etmeyeceğim, dinci iktidarın kanunlarına hep evet diyeceğim." Tabii bu propagandanın tersi yönde bir söylemin gerçekleşmeside olasıdır.

6. Amerika Birleşik Devletleri'ne duyulan hayranlık ne yazık ki Cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunda da yaşanmaktadır; çünkü ABD'de Cumhurbaşkanı'nı büyük ölçüde halk seçer.

7. Yaşanan terör sorunları sebebiyle kabul edilen tezkerenin, referandum sürecinde yaşanması daha doğru kabul edilmesi çok garip bir tesadüftür. Terör meselelerinde hep ABD'nin dediğini yapan "dinci" iktidar nedense ve nasıl olduysa referandumdan önce ABD Başkanı "ufak" Bush'a rest çekmiştir.

Sonuç olarak; yaşanan hukuk skandalını düşünerek ve bunun demokrasi düzeniyle bağdaşmadığını bilerek "dinci" AKP iktidarın dayatmacı referandumuna ben HAYIR diyeceğim. Cumhurbaşkanlığı makamıyla bu kadar uğraşan bir siyasi iktidar şu ana kadar kesinlikle olmamıştır. Askeri rejimler bile Cumhurbaşkanlığı makamı için bu kadar uğraşmamıştır. AKP iktidarın yaptıklarını uzun vadede halk çekecektir. AKP zamanının modern diktatörü olmaya devam etmektedir. KINIYORUM. Ayrıca Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi için gerekli mekanizma düzenlemeleri yapılmamışken bu seçim için yapılan aceleciliği de şuan da olduğu gibi her zaman sorguluyorum. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.


Gökhan DAĞ




15 Ekim 2007 Pazartesi

Türkiye'de Yaşanmakta Olan Milliyetçilik Paradoksu

Türkiye, siyasal hayatı boyunca, paradokslarla (en basit anlamıyla "çelişki") karşılaşmış bir ülkedir. Günümüzdeki gelişmeler göz önüne alındığında, ben, Türkiye'de şu anda yaşanmakta olan bir milliyetçilik paradoksunun var olduğunu düşünüyorum. Yazımda da pek tabii ki beni, biz yapabilmeyi amaçlıyorum. Bu amacı gerçekleştirmeye çalışmadan önce okuyucuya, seçimlerin üzerinden şu anda çok kısa bir süre geçtiğini hatırlatmak istiyorum.

22 Temmuz 2007'de yaşamış olduğumuz genel seçimleri kısaca hatırlarsak AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) tek başına iktidar olabilecek yeter sayıda milletvekiline ulaşmış ve birinci parti olmuş, onu ise CHP ve MHP izlemiştir. Geri kalan milletvekilleri ise bağımsız adaylar olarak yüce mecliste yer almışlardır. Bağımsız adayların bir kısmı ise daha sonradan kendi aralarında örgütlenmişlerdir.

AKP iktidarının parti propagandalarında milliyetçiliğin ne kadar yer tuttuğu malumdur (AKP ve Milliyetilik konusunda daha detaylı bilgi için bkz: http://www.akparti.org.tr/program.asp?dizin=0&hangisi=0). CHP ise partisel propagandalarında genelde Halkçılığı ön plana çıkarsada parti ambleminde olduğu gibi altı temel ilkeyede aynı ölçüde değer verdiğini iddia eder. Kısacası ve birçok bakımdan da doğrucası milliyetçilik denen kavram en çok MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) tarafından desteklenmiştir. Yazıdaki amacıma ise milliyetçiliği (kendimce) en çok ön plana çıkartan MHP ile ilgili kurmak herhaldeki doğru bir tutum olacaktır.

Tekrardan 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri'ne (daha doğrusu sonrasına) dönersek, milliyetçiliği savunan partilerin oy potansiyellerini arttırdıkları görülebilir. Mesela 2002 seçimlerine oranla daha fazla oy alan CHP ve 2002 seçimlerinde yasal partisel baraj oranını (%10) aşamayan MHP oylarını arttırmıştır. İşin ilginç yanı, AKP ise, milliyetçiliğe yukarıda örnek gösterilen partiler gibi yaklaşmamasına rağmen, oylarını bir önceki seçimlere oranla arttırmasını başarmıştır. Milliyetçiliğin yükselmekte mi olduğu, yoksa milliyetçiliğe olan rağbetin azalmakta mı olduğu sorusu burada bir paradoks yaratmaktadır. Hatta bu paradoks kendince bir ironiyide içinde barındırmaktadır.

MHP'nin genel seçimler öncesi yaptığı milliyetçilik propagandası, yaşanan terör olaylarıyla desteklenmiş olmasına rağmen seçimlerden sonra da yaşanan terör olayları sonrası, halkın teröre artık eskisi gibi tepkisel yaklaşmaması bir milliyetçilik paradoksunuda beraberinde getirmektedir. Milliyetçiliğe bu kadar önem verilmesine rağmen, milliyetçi kesimde oluşan MHP'nin başarız olduğu düşüncesi ve milliyetçi kesimin fikirlerinde değişiklik yarattığı gerekçesiyle bu durumun gerçekleştiği söylencesini de ben pek gerçekçi görmemekteyim. Bu yüzden de halkın ve söz konusu partinin, seçim öncesi ve sonrası davranışlarının paradoks yarattığını düşünüyorum.

Ermeni Gazeteci Hrant Dink'in ölümü sonrası halkın toplanıp bir Ermeniymiş gibi sloganlar atmasıysa artan milliyetçilik duygularını daha da pekiştirmiş olmasına rağmen, milliyetçi kesimden bazı vatandaşları kendilerini Ermeni olarak nitelendirmesi de kendi içerisinde bir paradoks yaratmaktadır. Hatta tüm bunlara rağmen MHP'nin oylarını arttırdığı gerçeğini kabul ederek ortada bir paradoks olduğunu savunuyorum. Kısacası Hrant Dink'in ölümüne anlam verilemez ölçüde (bu ölçüyü milliyetçi kesim bu şekilde ifade etmektedir) gelen tepkiler sonucu milliyetçi partilerin oylarını arttırmasını ben kendimce paradoksal görüyorum. Milliyetçi kesimin Hrant Dink'in ölümü sonrası sessiz çoğunluk olarak var olduğu tezini ise burada yadsıdığımı belirtiyorum.

ABD'de Ermeni sorunuyla ilgili alınan kararın ülkemizde yeterince tepki görmediğini düşünüyor ve genel seçimler sonrası oluşan sonucu, milliyetçilik açısından paradoksal görüyorum.

Sonuç olarak bu örnekleri arttırmak pek tabii ki mümkündür. Bunun en büyük sebebi de toplumda yaşanan hızlı ayrışma olarak gösterilebilir. Ayrıca toplum bilincinin yeterli düzeyde gelişmemesi de bunun ana nedenlerinden biridir. Kısacası kısa hacimde bir yazı için, okuyucuya doyurucu olmasa da bir takım bilgiler verdiğimi düşünüyor ve milliyetçiliğin bu paradoksal doğasının araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Okumadaki sabrınız için teşekkürler...

Gökhan DAĞ







Not: Alp Arman Baykal'a Teşekkürlerimle.



10 Ekim 2007 Çarşamba

Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine Farklı Bir Bakış

Cumhurbaşkanı yürütmenin dualist yapısında, sorumsuz kanadın baş aktörü olup 1982 Anayasasının 101. maddesinde (1982 AN. m. 101) yazıldığı şekilde 7 yıllık bir süre için seçilir. Aynı madde meclis dışından Cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli şartları göstermiş olup, Cumhurbaşkanının iki defa seçilemeyeceğini söyler.

Konumuz açısından önemli olan nokta ise maddenin sonunda belirtilmiştir. Aynen alıntılarsak madde şöyle diyor: ” Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeliği sona erer.”. Bu madde üzerinden yazımızı sürdürmeye devam edersek, kendimizce Cumhurbaşkalığı seçimi tartışmalarına bir bakış açısı getirme umudundayız.

Burada bir husustan bahsetmemiz gerekiyor: TBMM seçimleri, yüksek olasıkla bir iktidar doğurur ve bu iktidar belirli bir süre görevde kalır. Görevde kaldığı sürece, Anayasada ve kanunlarda kendisine verilen görevleri yerine getirir.

Bu görev süresi içinde Cumhurbaşkanlığı makamı boşalırsa, Cumhurbaşkanlığı seçiminde rol almaya yetkilidir. AKP iktidarına baktığımızda bugün itibariyle bu iktidarın, Cumhurbaşkanlığı seçiminde önemli bir rol üstleneceği şüphesizdir. AKP iktidarı pek doğal ki, kendi tasarrufları doğrultusunda bir aday belirleyecektir ve aslında bunun tartışılacak bir yanıda yoktur. Kısacası demek istediğimiz Sayın Başbakanımız Recep Tayyip ERDOĞAN‘ın Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmesi oldukça doğaldır ( ki biz aday olacağını şu an için düşünmüyoruz) .

Tartışmaları sona erdirecek kendimizce bir bakış açısı geliştirme umudumuz olduğunu yineleyerek konuyu daha da açalım. “X” partisinden Cumhurbaşkanı olan birisinin, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ilkesi gereği bulunduğu parti programından sıyrılması gerekir. Ayrıca bu parti programından sıyrıldığı gibi başka bir parti programınıda benimsememesi olağandır. Bir başka ifadeyle Cumhurbaşkanı hiçbir partinin tutum ve davranışlarını benimseyemez.

Burada imdadımıza nihayet Anayasada buluna bir madde yetişiyor (1982 AN. m.104) . Bu maddenin ilk paragrafına göre: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir .”. Sonuç itibariyle Cumhurbaşkanı sözü geçen 101. maddeye göre partisel programlara değilde, 104. maddeye göre Anayasal program(lar)a uymalıdır.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında şöyle bir sonuca varabiliriz: Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen her Cumhurbaşkanı Anayasanın gereklerini yerine getirmek zorundadır. Kendi kişisel düşünceleri eğer Anayasa uygun nitelikte değilse, bu kişisel düşüncelerinin hiçbir anlamı yoktur. Buradan çıkarılabilecek en önemli sonuç Cumhurbaşkanlarının homojen bir niteliğinin olduğudur. Ülkemizde bunun örneklerini pek yaşayamadığımızdan olması gerekmektedir diye de düzeltilebilir.

Eğer Cumhurbaşkanlığı makamına gelecek kişinin AN. m. 104′e göre görevini layığıyla yerine getiremeyeceğinden duyulan bir endişe varsa, ülkenin bölünmez bütünlüğünü sarsacak kararlar alacağından kuşku varsa, vb. varsa Anayasal dayanak çerçevesinde, böyle kararlar alamayacağı açıktır. Bizim burada bahsetmek istediğimiz; eğer bir Cumhurbaşkanından önce var olan bir Cumhurbaşkanı bir karar aldıysa, bu karar Anayasal dayanağa bağlı olacağından diğer Cumhurbaşkanı bu alanı düzenlemekle boşuna zaman kaybedecektir. Daha açık bir ifadeyle Cumhurbaşkanlarının homojen davranması gereği esası, bir Cumhurbaşkanının alacağı karar kendisinden sonraki Cumhurbaşkanlarını bu karardan (bizce) muaf tutmalıdır.

Yukarıda anlatılanları bir örnekle ifade edersek eğer şu örnek oldukça yerinde olacaktır: TBMM’nin kabul edip gönderdiği “K” kanununu Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER, AN. m. 104′ün ilk paragrafına göre veto ederse ve bu “K” kanunu uygulanmazsa, Sayın Cumhurbaşkanımız A. Necdet SEZER‘den sonra gelecek Cumhurbaşkanına aynı kanun tekrar gönderilirse onun da veto etmesi gerekecektir. Çünkü kendisinden önceki Cumhurbaşkanı anayasal dayanaklara dayanarak bu kanunu tarafsızlığı ilkesi gereği iptal etmiştir. Diğer Cumhurbaşkanına da böyle bir kanun gelmesi durumunda ya o kanundan muaf olması ya da onu direk veto etmesi gerekecektir. Anayasal yorumların fark yaratmayacağı düşüncesini de burada belirtmek yerinde olur.

Cumhurbaşkanlığının tarafsızlığının Anayasa belirtildiği bir ortamda, seçilecek Cumhurbaşkanını yanlı kararlar alacak diye lekelemek oldukça çağdışıdır. Zaten böyle bir şeye kalkışması durumunda 1982 AN. m.105′e göre çok zor bir olasılıkta olsa vatana ihanetten yargılanmalıdır. Yeri gelmişken şu bilgiyide vermek yerinde olur. Hukuk literatürümüzde vatana ihanet tanımlanmış değildir.

Sonuç olarak bizim kendimizce tartışmalara son verebilecek bakış açımıza göre, Cumhurbaşkanlarımızın tarafsızlığı ilkesi gereği aldıkları kararların, gerektirdiği ölçülerde bir süreyle değiştirilememesidir. Eğer bu karar değiştirilmek isteniyorsa da, son sözü referandum söylemelidir. Kısacası Cumhurbaşkanlarının aldıkları kararları belirli bir süre (Anayasal dayanağı sürdürdüğü zaman zarfında) dokunulmaz kılmak bizce esastır. Böylece yeni seçilecek Cumhurbaşkanı hakkında tartışmalarda son bulacaktır.

Kendimizce verdiğimiz bu önerinin elbetteki eksik yanları mevcuttur. Belki de bu önerimiz kendi içinde tutarsızlıklar içermektedir. Yorumlarınızla bu öneriyi geliştirmek dileğiyle yazıma son veriyorum. Okumadaki sabrınız için teşekkürler.

Saygılarımla...

Gökhan Dağ - Bursa/2006

Önemli NOT: Yazımız Anafikir.com'da okuyucuların oylarıyla ilk sırada yayımlanan yazı özelliğini kazanmıştır. Yazımızı buradan yorumlarıyla beraber takip etmek için http://www.anafikir.com/goster.asp?t=877 adresine bakılabilir.


Tartışılan Tartışma: Türban Siyasi Bir Simge midir ?

Türkiye Cumhuriyeti'nde eskiden olduğu gibi şu anda da türbanın siyasi bir simge mi yoksa dini bir simge mi olduğu tartışmaları yaşanıyor. Açık olarak ne olduğu belli olan bir objenin tartışmalarla bambaşka boyutlara çekilebildiği ülkemizde, türban da bu tartışmalardan nasibini almış gözüküyor. Türban veya kimisine göre başörtü denilen (kutsal kabul edilmiş) kumaş parçasının dini değerini sorgulama konusundaki yetersizliğimi kabul ettiğim için bu konunun dini boyutuyla şu an için ilgilenmiyorum. Kısacası bu yazıyı yazmadaki amacım türbanın siyasi bir simge olup olmadığını sorgulamaktır. Bu sorgulamayı ise maddeler halinde sürdürmek yazıyı daha da anlaşılır kılacaktır.

Kısa bir yazı için yeterli olabilecek bir giriş yaptığımızı düşünerek, yazımızı ilerletmeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:

1- Türban denilen dini objeyi takan kesim sadece belli partilere oy vermektedir. Maddeyi biraz daha açarsak, şunları söyleyebiliriz: Türban takan halk kesimi, partilerin siyasi amaçlarına göre değil, türban konusundaki siyasi propagandalarına göre o partilere oy vermektedir. Türbanın içindeki siyasi kafanın kumaş parçasına yansımasından daha doğal bir şey olamaz.

2- Türbanlı yaşama, eğitim görme konusunda ısrarını sürdüren türbanlı kesim bunun dini bir gerek olduğu konusunda hem fikirdir. Peki bu insanlar neden İslamın temel kitabı olan Kur'an-ı Kerim'de yazan diğer hukuksal sayılabilecek kanunları (örneğin; zina yapanları kırbaçlamak) bu kadar önemsememektedir, Kur'an-ı Kerim'in Müslümanlık kıstası sadece türban mıdır? Bu sorulara verilecek cevaplar türbanın siyasete malzeme edildiğini göstermektedir.

3- AKP, FP gibi partilere oy veren türbanlı kesime neden bu partilere oy verdikleri sorulduğunda türbana değer verilsin diye bir cevap verdikleri görülmüştür. Diğer partilerin türbanana değer vermediklerini düşünmek yani sadece belli partileri türbana yakın görmek türbanın siyasileştiğinin bir diğer kanıtıdır.

4- Türbanın saçları ve boynu örtme işlevi olduğunu söyleyen ve bu yüzden başörtüsünü reddeden türbanlı kesim kara çarşafla dışarıda dolaşan insanları nasıl yorumlayacaktır. Bu insanların (kara çarşaflıların) dini amaçlarını rejim değişikliği konusunda kullandıkları söylenebilir mi? Eğer söylenebilirse kara çarşaflıların sadece türbanla üniversiteye girmesi konusunda hazırlanan anayasa taslağının rejime yönelik bir saldırı niteliği taşıdığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Kara çarşaflıların rejim değişikliği için türban zırhına bürünmesi de türbanın siyasallaştığını gösteren bir diğer olgudur.

5- Din, yorum kabul etmez ve kesin nitelikler taşıyan bir kavrayışsa insanların siyaseten kara çarşaftan türbana girmesini istemek, dinin ve dolayısıyla dini simgelerin siyasallaştığının bir diğer kanıtıdır.

Yukarıdaki maddeleri devam ettirmek pek tabi ki mümkündür. Türbanın sadece dini bir simge olduğunu (siyaseten kullanılmadığını) iddia edenlerin bu yazıyı okuyup düşünmelerini istiyorum. Yazının diğer maddelerini ise gelecek yorumlara göre sıralayacağımı belirterek yazıma son veriyorum.

Gökhan DAĞ



9 Ekim 2007 Salı

Şehitlerimizi Saygıyla Anıyoruz.


Türkiye Cumhuriyeti adına varlıklarını ebedileştiren tüm şehitlerimizin önünde saygıyla eğiliyor ve geride kalan yakınlarına ve tüm vatanımıza başsağlığı diliyorum.
Şehitlermizin acısını paylaştığımı tekrar belirtiyor ve yetkililerimizden terör konusunun çözümlenmesi konusunda daha somut adımlar bekliyorum.

Gökhan DAĞ



AKP, Elindeki İktidar Yetkilerini Kötüye Kullanıyor. - Emre Kongar

2007 yılının bahar aylarında başarısız Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü, süresi dolan Ahmet Necdet Sezer'in yerine Cumhurbaşkanı seçmek isteyen AKP, yeterince Meclis desteğine sahip olmamasından ve beceriksizliklerinden dolayı bu isteğini gerçekleştirememişti.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül başarısızdı, çünkü Türkiye, Kıbrıs sorunu, PKK'ya dış destek, Ege sorunu, AB ile ilişkiler gibi Türkiye için hayati önem taşıyan konularda, 2007 yılının baharında, çok çeşitli çıkmaz ve açmazlarla karşı karşıya kaldığı bir konumdaydı.

Üstelik AKP'nin Meclis'te, Cumhurbaşkanı'nı seçmek için gerekli olan 367 sandalyeden bir kaç eksiği vardı.

AKP, bu eksiğini siyasal uzlaşma arayarak gidermek yerine, dayatmacı bir politika izlemeyi tercih etti, ve bu yanlışının sonunda Gül'ü Cumhurbaşkanı seçtiremedi.

Bunun üzerine kızgınlıkla, hem Meclis'te bu seçim için gerekli olan üçte iki çoğunluk koşulunu kaldıran hem de Cumhurbaşkanı'nın doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören bir Anayasa değişikliği yasa tekliğini, referanduma sunmak üzere karar aldı.

Parlamenter bir rejimde Cumhurbaşkanı'nın yetkileri ve gücü sınırlıdır. Doğrudan halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı, Meclis'in ve hükümetin karşısında yeni bir güç odağı olarak sistemi kilitleyebilir.

Bu gerçeği göz ardı eden AKP, dayatmacı politikasını, "Arkamda halk desteği olursa, her istediğimi yaptırırım" anlayışı içinde sürdürdü.

Bu arada yeni seçimler yapıldı.

Ortaya çıkan yeni Meclis kompozisyonunda, AKP'nin sandalye sayısı azaldı ama, Meclis'e yeni giren MHP, seçim işleminin başlatılması için gerekli olan çoğunluğu sağlamakta AKP'ye destek vereceğini ilan etti.

Böylece Abdullah Gül, onbirinci Cumhurbaşkanı seçildi.

Ama AKP'nin dayatmacılığı ve beceriksizlikleri sürüyordu; çünkü referandum yasası hala yürürlükteydi.

Üstelik bu yasada, açıkça, halkoylamasının "Onbirinci Cumhurbaşkanı" için yapılacağı belirtilmişti.

Gümrük kapılarında oy verme işlemi başladı.

Bu arada zaten seçilmiş olan "Onbirinci Cumhurbaşkanı" Abdullah Gül'ün seçimini bir kez de referanduma sunma yanlışını yapmakta olduğunu fark eden AKP, geçici maddeleri kaldırarak, "Onbirinci Cumhurbaşkanı" sınırlamasından kurtulmak istedi.

Böylece halk tarafından oylamaya başlanan yasa, oylama sürerken değiştirildi.

Halkın neye oy verdiği belli değil.

İktidar kısaca "Siz evet deyin, biz neye evet dediğinize karar veririz" gibi bir dayatmanın içinde.

Tam bir hukuk skandalı!

Ayrıca, halk tarafından doğrudan seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın parlamenter rejimle bağdaşmayacağı da unutuluyor.

İşte AKP'nin Demokrasi anlayışı bu:

Hem dayatmacılığıyla, hem de beceriksizliğiyle Türkiye'yi tam bir kaosun içine atıyor.

Prof. Dr. Emre KONGAR

Not: Yukarıdaki yazı, yazarın izniyle sitesinde (www.kongar.org) bulunan 8 Ekim 2007 tarihli Güncel yazısından alınmıştır.




3 Ekim 2007 Çarşamba

Kamu Harcamaları: Reel Harcamalar ve Transfer Harcamaları, Transfer Harcamalarının Türkiye'deki Gelişimi

GİRİŞ

Reel Harcamalar ve Transfer Harcamaları Kamu Giderleri konusunda oldukça önemli bir yer tutar.Peki Kamu Giderleri ile anlatılmak istenen nedir? Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarından bahsetmeden önce bu konu hakkında bilgi verilmesinde yarar vardır.

1. KAMU GİDERLERİ (HARCAMALARI) KAVRAMI

Kamu harcamaları, bir çok kavram gibi hakkında çeşitli tanımlamalar yapılabilen bir kavramdır.Bu tanımların çeşitliliği Devlet kavramının ve fonksiyonlarının farklı yorumlanmasından ileri gelmektedir.

Şimdi tanımlardan bazıları verelim: İlk tanımKamu giderleri kamu tüzelkişilerinin yaptıkları harcamalardır.” Olarak belirtilmiştir. Diğer bir tanımKamu giderleri; kamu gücünün kullanılması sonucunda ortaya çıkan giderlerdir.” Olarak belirtilmiştir. Diğer bir başka tanım Kamu hizmetlerinin yapılması için Devlet adına harcanan paralara kamu gideri denilmektedir.olarak belirtilmiştir. Görüldüğü üzere yapılan tanımların hepsinde eksiklikler bulunmaktadır. İlk tanımda Kamu iktisadi teşebbüslerinin harcamaları kapsamamsı eksik yönün oluştururken ikinci tanımda modern devlet anlayışına ters düşen noktalar açıkça görülmektedir, üçüncü tanımın ise Sosyal Sigortalar gibi kurumların giderlerini göz ardı ettiği açıktır. Bu tanımların eksik yönlerinin bulunması bizi kamu giderleri kavramını açıklarken geniş ve dar anlamda kamu giderleri gibi bir ayrıma sürüklemektedir.

A. DAR ANLAMDA KAMU GİDERLERİ ( Hukuki Tanım )

Bu tanıma göre bir giderin kamu gideri sayılıp sayılmamasını etkileyen temel unsur gideri yapan kişinin hukuki kişiliğidir. Yani gider kamu tüzel kişileri tarafından yapılırsa kamu gideri, gerçek ve özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılırsa özel gider adını alacaktır.

Başka bir deyişle konsolide ( genel+katma ) bütçeden yapılan harcamalar hukuki tanım kapsamına girip, dar anlamda kamu giderini oluşturmaktadır. Bu tanımda Devlete aktif bir biçimde düzenleme ve yönlendirme görevi verilmiştir. Bu nedenle; sırtını liberal devlet anlayışına dayayan hukuki tanımın yetersiz kalacağı açıktır.

B. GENİŞ ANLAMDA KAMU GİDERLERİ ( Ekonomik Tanım )

Bu konuda M. DuvergerKamu giderleri, başta Devlet olmak üzere kamu tüzel kişilerinin emretme yetkilerinin uygulanması dolayısıyla yaptıkları harcamalardır.biçiminde bir tanım yapmaktadır. Bu tanımında geniş anlamda olmasına rağmen eksik yönleri vardır. Kamu İktisadi Teşekküllerinin yaptıkları harcamalar bu tanıma göre kamu gideri sayılmayacaktır. Bu büyük bir eksikliktir.

Buraya kadar yapılan çeşitli tanım ve açıklamalardan, kolayca görülebileceği gibi kamu giderlerini belirli bir kalıba oturtarak belirlemek bazı eksikliklere neden olmaktadır. O halde, kurumların hukuki durumlarına ve ürettikleri malların özelliklerine bakılmaksızın Devletin mal varlığını azaltan her çeşit harcama kamu gideri olarak kabul edilir. Bu durumda Mahalli İdarelerin Giderleri, Sosyal Sigortaların Giderleri, Topluma Yararlı Hizmetler Yapan Kurumların Giderleri, İktisadi Devlet Teşekküllerinin Giderleri, Vergi Muaflıkları İstisnaları ve İndirimleri, Devlet Aktifinde Ortaya Çıkan Azalmalar, Bağış ve Yardımlar, Ayni Katkıların Karşılıkları geniş anlamda kamu giderleri kapsamında yer almaktadır.[1]

Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarından bahsetmeden önce Kamu Giderlerinin Sınıflandırılması (Bilimsel Sınıflandırma) konusuna da değinmek yerinde olur.

2. KAMU GİDERLERİNİN SINIFLANDIRILMASI

Karmaşıklık gösteren bir konunun açıklanmasında sınıflandırmanın önemi büyüktür. Maliye bilimi içinde giderlerin sınıflandırılması konusunda İdari Sınıflandırma ve Bilimsel Sınıflandırma gibi çeşitli kıstaslar kullanılmıştır.İdari sınıflandırma kendi içinde Organik ve Fonksiyonel olmak üzere iki çeşit sınıflandırmaya; Bilimsel sınıflandırma ise kendi arasında Verimli-Verimsiz Harcamalar, Cari-Yatırım Harcamaları, Reel Harcamalar-Transfer Harcamaları olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.[2]

Konumuz bakımından Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarını,bu iki harcama türünün sınıflandırılmasının yararlarını,Türkiye’de Transfer Harcamalarının son beş yıllık (1999-2004) gelişimini irdelememiz gerekiyor.

3. REEL HARCAMALAR

Kamu harcamalarının türlerinden biridir. Devlet bu harcamalar kanalıyla, üretim faaliyeti için gerekli olan üretim faktörlerini kullanır. Emek, toprak ve sermaye gibi temel üretim faktörlerini kullanarak bu faktörlerin gelir elde etmelerine yol açtığı için Reel harcamalara, üretim faktörü kullanan harcamalar ve gelir yaratıcı harcamalar da denir. Bu niteliği ile, gerçek bir üretim faktörü kullanmayan, dolayısıyla gelir yaratıcı bir rolü olmayan transfer harcamalarından farklıdır ve bir anlamda transfer harcamalarının tam karşıtı niteliğindedir. Reel harcamaların üretim faktörü kullanımı, temelde iki şekilde ortaya çıkabilir:

1) Yukarıda da değinildiği gibi, devlet üretim faktörünü doğrudan satın alabilir; memur ve işçi istihdamı, taşınmaz satın alınması veya sermaye kullanımı ve kiralaması, üretim faktörü kullanımının en temel şeklidir.

2) Devlet, piyasadan mal ve hizmet satın alarak, bu mal ve hizmetlerin içinde ve dolaylı şekilde üretim faktörü kullanabilir ve onlara sahip olabilir.

Doğrudan üretim faktörü kullanımı halinde, piyasa sektörünün söz konusu faktörleri kullanması olanağı artık yoktur; çünkü aynı üretim faktörünün hem kamu, hem de piyasa sektöründe aynı anda kullanımı mümkün değildir.
Dolaylı üretim faktörü kullanımı halinde ise, söz konusu üretim faktörlerini piyasa sektörü kullanarak, onları mal ve hizmetlere dönüştürmektedir. Buna karşılık üretilmiş olan mal ve hizmetler kamu sektöründe ve kamu faaliyetleri içinde tüketilmektedir
.[3]

4. TRANSFER HARCAMALARI

Transfer harcamaları doğrudan milli gelir üzerinde etki meydana getirmeyen ve satın alma gücünün özel şahıslar ve sosyal gruplar arasında el değiştirmesine neden olan harcamalardır.[4]

Diğer bir deyişle transfer harcamaları karşılıksızdır. Bunlar kişilere, ailelere ve bazı gruplara yapılan, kazanç amacı bulunmayan harcamalardır. Transfer harcamalarının bu özelliği literatürde hediye kavramı ile açıklanmaya çalışılmıştır. Transfer harcamaları özde satın alma gücünün tek taraflı ve karşılıksız olarak el değiştirmesinden başka bir şey değildir.

Transfer harcamalarının türleri, genel olarak dört grupta ele alınıp değerlendirilebilir.

1) Merkezi İdarenin Mahalli İdarelere Yaptığı Mali Yardımlar: Kamu hizmetlerini gerçekleştirebilmek için mahalli idarelerin yetersiz kalması durumunda idarenin mahalli idarelere parasal yönden destek sağlamasıdır. Genel bütçeden yapılan bu yardımlar, mahalli idareler tarafından mal ve hizmet alımında kullanılmış olsa bile, merkezi idareye herhangi bir karşılık sağlamadıkları için transfer harcaması olarak kabul edilebilir.

2) Devlet Borçlarının Faiz Ödemeleri: Devlet çeşitli nedenlerle, siyasi sınırlardaki kişi ve kişilere ayrıca siyasi sınırlar dışındaki ülke ve uluslar arası kuruşlara başvurmak suretiyle borçlanabilir ve alacaklılara vade süresince faiz öder. Bu faiz ödemeleri karşılığında herhangi bir mal ve hizmet alımı yapılmadığı için faiz ödemeleri de transfer harcaması olarak kabul edilir.

3) Sosyal Amaçlı Transfer Harcamaları: Gelir dağılımında adaleti sağlamak amaçlı olan bu harcamalar emekli aylıkları, dul ve yetim aylıkları, muhtaç öğrencilere verilen burslar vb. giderler en tipik örnekleridir. Sosyal amaçlı yapılan bu ödemelerde transfer harcaması olarak kabul edilir.

4) İktisadi ve Mali Amaçlı Transfer Harcamaları: Bunlar genel olarak, ekonomik ve mali politika uygulamaları gereğince devlet tarafından yapılan giderlerdir. Çeşitli nedenlerle bir verginin alınmaması veya indirilerek alınması şeklinde olabilir.

Transfer harcamaları kendi içerisinde de değişik biçimlerde sınıflandırmalara tabi tutulabilir.

· Dolaylı ve Dolaysız Transferler: Bu tür bir ayırım, transfer harcamalarının bazılarının bireylerin veya sosyal grupların satın alma güçlerini doğrudan, bazılarının ise dolaylı bir biçimde arttırmaları nedeniyle yapılmaktadır.

· Gelir ve Sermaye Transferleri: Gelir transferleri, satın alma gücünün, diğer bir deyişle gelirin toplumun bir sosyal grubundan diğerine aktarılmasına neden olan harcamalardır. Savaşlar sonunda, savaşı kaybeden devletlerin kazananlara ödemek zorunda kaldıkları savaş tazminatları ya da dış borçların faizleri gibi kaynakların ulusal sınırlar dışına aktarılması sonucunu yaratan harcamalar ise sermaye transferleri olarak kabul edilir. O halde, bunlar dışındaki transfer harcamaları, gelir transferleri olmaktadır.

· Üretken ve Üretken Olmayan Transferler: Bu ayırıma göre iktisadi ve mali amaçlı transfer harcamaları üretken, sosyal amaçlı transfer harcamaları ile devlet borçlarının faiz ödemeleri ise üretken olmayan transferler arasında düşünülebilir.

Ø Reel Harcamalar-Transfer Harcamaları Sınıflandırmasının Sağladığı Yararlar

1) Kamu harcamalarının etkilerini açıklamada yardımcı olur.

2) Kaynakların dağılımı ve kullanışı konusunu açıklar.

3) Kamu harcamalarının ekonomik hayatı etkilemek ve yönlendirmek bakımından nasıl kullanılabileceğini gösterir.

4) Gelir dağılımını düzenlemek ve adaletli hale getirmek amacıyla harcamaların kullanılabileceğini gösterir.

5) Merkezi idare bütçesi ile diğer kamu kuruluşları bütçeleri arasındaki ilişkiyi açıklar.[5]

5. TÜRKİYE’DE TRANSFER HARCAMALARININ GELİŞİMİ [6]

Ülkemizde transfer harcamaları konsolide bütçe harcamaları içinde oldukça önemli büyüklüğe sahiptir. Bu büyüklüğün temel sebebi 1990’lardanitibaren harcamalar içinde özellikle iç ve dış borç faiz ödemelerinin yükselmesidir.

Tablo 1: Konsolide Bütçe Harcamaları içinde Transfer

Harcamaları Payının Gelişimi ve GSMH’ya Oranı (1999-2004)

(Milyar TL)

Yıllar

Transfer Harcamaları

Kon. Büt.

Har.

GSMH

(Cari Fiy.)

Transfer Har.

/ K. B. H

Transfer Har.

/ GSMH

1999

17.367.468

28.084.685

78.282.967

% 61,8

% 22,2

2000

30.615.975

46.705.028

125.596.129

% 65,6

% 24,4

2001

55.981.463

80.579.065

176.483.953

% 69,5

% 31,7

2002

77.682.555

115.682.350

273.463.000

% 67,2

% 28,4

2003

94.470.194

140.454.842

356.692.000

% 67,3

% 26,5

2004*

97.104.830***

150.658.129

419.692.000**

% 64,4

% 23,1

* 2004 Yılı Bütçe Kanunu

** Program

*** 2004 Yılı Bütçe Kanununda, analitik bütçe sınıflandırmasının bir gerçeği olarak, “faiz giderleri” , “cari transferler” , “sermaye transferleri” , “borç verme” ayrı ayrı düzenlenmiştir. Bu rakam toplam tutarı göstermektedir.

KAYNAK: T.C Maliye Bakanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, (1990-2003) Bütçe Gelir ve Gider gerçekleşmeleri

Tablo 1 incelendiğinde 1999 yılında transfer harcamalarının konsolide bütçe harcamaları içerisinde payının %61,8 olduğu; bu oranın 2000 ve 2001 yıllarında artış göstererek sırasıyla %65,6 ve %69,5 olarak gerçekleştiği; 2002 yılından itibaren de azalmaya başladığı ve 2003 yılında %67,3 olduğu görülecektir. 2004 yılında bu oranın %64,4 düzeyinde gerçekleşmesi hedeflenmiştir.

Transfer harcamalarının GSMH’ya oranına baktığımızda da bu payların konsolide bütçe harcamalarındaki paylara benzer bir gelişme gösterdiği görülmektedir. 2001 yılında son beş yıllık dönemin en yüksek oranı olan %31,7’ye ulaştıktan sonra transfer harcamalarının GSMH’ya oranının 2004 yılında, son beş yılın en düşük düzeyi olan, %23,1 olarak gerçeklemesi beklenmektedir.

Son dönemlerde bütçenin bir nevi transfer bütçesi haline gelmesi nedeniyle[7], 1986 yılından itibaren devlet borçları anapara ödemeleri bütçe dışına çıkarılmıştır. Bu uygulama bile bütçenin transfer harcamaları kalemindeki hızlı artışı engelleyememiştir. Bunda en büyük etken borç faizlerinin önlenemeyen yükselişidir.

Tablo 2: Transfer Türlerine Göre Harcamaların Toplam

Transferler içindeki Payları (%) (1999-2003)

Transfer Türleri

1999

2000

2001

2002

2003

Kurumlara Kat. Payı

3,0

3,5

2,7

1,9

1,0

İktisadi Transferler Ve Mali Yar.

2,5

2,6

3,4

4,5

1,4

Mali Transferler

0,9

1,2

0,6

1,1

1,4

Sosyal Transferler

17,0

11,9

10,0

15,8

18,5

Borç Faizleri

61,7

66,8

73,3

66,8

61,8

Diğer Borç Ödemeleri

7,3

6,0

8,2

8,2

10,3

Fon Ödemeleri

5,7

6,5

2,6

0,3

0,3

Kamulaştırma

0,3

0,4

0,2

0,3

0,3

Diğerleri

1,6

1,2

1,1

1,1

1,6

KAYNAK: T.C Maliye Bakanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, 2004 Yılı Bütçe Gerekçesi, 2005 Yılı Bütçe Gerekçesi

Transfer harcamalarının kendi içindeki dağılımına bakıldığında borç faizleri en yüksek harcama kalemini oluşturmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde, borç faizlerinin toplam transfer harcamalarına oranının %61,7’lerden 2002 yılında son beş yıllık dönemin en yüksek payı olan %73,3’e ulaştığı ve 2003 yılında da %61,8 seviyesine gerilediği görülmektedir.

Dünyada bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de sosyal güvenlik ve sosyal güvenlik harcamaları konusu sürekli olarak gündemin ilk sıralarına yerleşmiştir. Sosyal güvenlik kuruluşları olarak adlandırılan Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nun yıllar itibariyle mali dengelerinin bozulması ve artan açıklarla birlikte, konsolide bütçeden bu kuruluşlara transfer yapılması söz konusu olmuştur.[8] Bu transferlerin neticesinde 1999 yılında, transfer harcamaları içinde sosyal transferlerin payı %17,0 düzeyinde gerçekleşmiş; 2000 ve 2001 yıllarında azalırken 2002 yılında tekrar artış göstererek %15,8 rakamına ulaşmıştır. 2003 yılında ise son beş yıllık dönemin en yüksek rakamı olan %18,5 seviyesine yükselmiştir. 1999 yılında yapılan sosyal güvenlik reformuyla; kayıt dışı istihdamın önlenmesi, prime esas kazanç sınırları ile emeklilik yaşının yükseltilmesi, emekli aylıklarının TÜFE’ye endekslenmesi, prim tahsilatının hızlandırılması ve denetimde etkinliğin artırılmasına dönük tedbirler getirilmiştir. Ancak sosyal güvenlik kuruluşlarına aktarılan kaynaklar bütçe açıkları üzerinde halen olumsuz bir etki yapmakta ve kamu bütçeleri üzerindeki mali baskıyı artırmaktadır.

Yıllar itibariyle artış gösteren bir di er transfer harcaması kalemi de iktisadi transferlerdir. 1999 yılında %2,5 paya sahip olan iktisadi transferler, düzenli olarak artış gösterimi ve 2002 yılında %4,5; 2003 yılında da %4,8 seviyelerine ulaşmıştır. Hiç kuşkusuz bu oranların artmasında kamu iktisadi teşebbüslerine (KİT’ler) yapılan görev zararı ödemeleri önemli bir paya sahiptir. Ancak son dönemlerde kamu iktisadi teşebbüslerinin finansman açıklarına yönelik önemli gelişmeler söz konusudur.[9]

Transfer harcamaları içinde özellikle borç faizi ödemelerinin ön plana çıktığını belirtmek gerekmektedir. Özellikle konsolide bütçe içinde faiz ödemeleri ilk sırada yer almakta; sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler, iktisadi transferler ve tarımsal destekleme için bütçeden ayrılan kaynaklar, bütçeden beklenen ekonomik ve mali amaçlara ulaşılması yönünde uygulanacak politikalarda sınırlamalara yol açmaktadır. Bu da bütçenin konjonktürsel esnekliğinin azalması sonucunu doğurmaktadır.[10]

KAYNAKLAR

ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail: Kamu Maliyesi, 3.Basım, Ekin Kitap Evi, Bursa, 2003 .

ÖNDER, İzzettin: Türkiye’de Kamu Harcamalarının Seyri: 1927-1967, .Ü. Yayın No: 1925, İktisat Fakültesi Yayın No: 330, İstanbul, 1974.

ÖZBARAN, M. Hakan: Sayıştay Dergisi, Sayı: 53 Türkiye’de Kamu Harcamalarının Son Beş Yılının Harcama Türlerine Göre İncelenmesi

ÖZEN, Ahmet: “Türkiye’de Transfer Harcamalarının Gelişimi ve Ekonomik Etkilerinin Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C:5, Sayı:1, 2003.

http://ibfclub.net/ders_kamumaliyesi6.htm

http://www.malihaber.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=1569

Gökhan DAĞ- 2005 Bursa


[1] ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail:: Kamu Maliyesi, Ekin Yayınları, 3. Basım (Sayfa 28-30)

[2] http://ibfclub.net/ders_kamumaliyesi6.htm

[3] http://www.malihaber.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=1569

[4] ÖNDER, İzzettin: Türkiye’de Kamu Harcamalarının Seyri: 1927-1967, .Ü. Yayın No: 1925, İktisat Fakültesi Yayın No: 330, İstanbul, 1974.

[5]ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail:: Kamu Maliyesi, Ekin Yayınları, 3. Basım (Sayfa 48-51)

[6] Türkiye’de Transfer Harcamalarının Son Beş Yıldaki Gelişimi (1999-2004)

[7] Öyle ki 2001 yılı itibariyle transfer harcamalarının toplamı 55 katrilyon 981 trilyon 463 milyar, toplam konsolide bütçe gelirleri 51katrilyon 542 trilyon 970 milyar; 2002 yılı itibariyle ise transfer harcamalarının toplamı 77 katrilyon 682 trilyon 555 milyar, toplam konsolide bütçe gelirleri ise 75 katrilyon 592 trilyon 323 milyar olarak gerçekleşmiştir. Son dönemlerde bütçe gelirlerinin tamamı dahi transfer harcamalarını karşılayamamaktadır.

[8] 1994 yılına kadar sadece Emekli Sandığı’na transfer ödemesi yapılmaktayken, bu yıldan itibaren SSK’ya ve 1995 yılından itibaren de Bağ-Kur’a kaynak aktarılmaya başlanmıştır.

[9] KİT maliyetleri içerisinde önemli bir yere sahip olan istihdam giderlerini azaltmaya yönelik olarak çeşitli tedbirler alınmıştır. Personel istihdamının rasyonalizasyonu çerçevesinde 2002 - 2003 yıllarında yaklaşık 60.000 kişi emeklilik veya iş akdi feshi yoluyla sistemden ayrılmıştır. Ayrıca IMF ile imzalanan Stand-By anlaşması gereği yeni borçlanmalara sınırlamalar getirilmiş; eski borçların ödenmesi zorunlu hale gelmiştir. Tasarruf tedbirleri çerçevesinde ise, ayrıcalıklı kişi ve kurumlara uygulanan indirimli ve bedelsiz tarife uygulamalarına son veren 4736 sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir (2005 Bütçe Gerekçesi, 2004:248-254).

[10] ÖZEN, Ahmet: “Türkiye’de Transfer Harcamalarının Gelişimi ve Ekonomik Etkilerinin Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C:5, Sayı:1, 2003.