9 Eylül 2007 Pazar

Tehlikenin Farkında mısınız ?

Yukarıdaki başlığı sanırım bu yazıyı okuyan birçok kişi hatırlayacaktır. Hatırlayamayanlar için belirtmek gerekirse; bu soru cümlesi Cumhuriyet Gazetesi’nin 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerine karşı olabilecek tehlikeyi akla getirmek için kullandığı bir objeydi. Seçim sonuçlarının da yansıttığı üzere Cumhuriyet Gazetesi’nin var olduğunu söylediği tehlike halk büyük bir bölümü tarafından önemsenmemiş ve mevcut iktidar oylarını, muhalefeti, ezici bir şekilde arttırmıştı. Kısaca özetlemek gerekirse Cumhuriyet Gazetesi’nin var olduğunu iddia ettiği tehlike neredeyse iki kişiden birinde herhangi bir korku oluşturmamıştı.


Seçimlere neden olan Cumhurbaşkanlı seçimlerindeki tıkanma, yapılan (zorunlu) seçimle giderilmiş ve eski Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Kayseri Milletvekili Sayın Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Seçimlerden önce mevcut Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tıkanmasına neden olan uzlaşmama tavrını değiştireceğini açıklaması demokratlar tarafından hoşgörüyle karşılansa da bu uzlaşma süreci yine bir dayatmaya dönüşmüş ve CHP Cumhurbaşkanlığı seçimleri için tekrardan meclisteki yerini almamıştır. Dayatma derken, bunun bir dayatma olduğunu TBMM Başkanlığı seçimleri için gösterilen uzlaşıyla kavramak daha da mümkündür. Kısacası eğer Sayın Toptan uzlaşıyla seçildiyse, Sayın Abdullah Gül uzlaşıyla seçilmemiştir; çünkü iki Başkanın aday gösterilmesinde herhangi bir benzerlik yoktur. Sayın Abdullah Gül’ün AKP milletvekilleri arasında uzlaşıyla seçilmesi eğer TBMM’nin uzlaşısı anlamına geliyorsa bu bir uzlaşı olarak nitelendirilemez ve nitekim TBMM’deki diğer partilerinde kendilerince adaylar çıkarması mevcut bir uzlaşı olmadığını apaçık yansıtmaktadır.

Sayın Başbakan seçimlerden önce ve sonra Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, kendisine gönderilen kanunları bilerek son gününe kadar elinde tuttuğunu ve birçoğunu da veto ettiğini beyan etmiş ve bunun nasıl bir iş olduğunu anlayamadığını söylemiştir. Sayın Ahmet Necdet Sezer bir AKP Milletvekili değildir ve Sayın Başbakan tarafından önüne getirilen her dosyayı da onaylamaya mecbur değildir, nitekim Sayın Cumhurbaşkanı Anayasaca kendisine verilen süreyi kullanma hakkına da sahiptir. Bu sürenin fazlalığı ve daha birçok kanun yetersiz görüldüğü için sanırız ki yeni bir anayasa taslağı çalışmaları başlamış bulunmaktadır. Sivil Anayasa olarak lanse edilen bu anayasa taslağı oldubittiye getirilmeden halka sunulmalı ve uzmanlarca uzun bir tartışma evresinden geçirilmelidir. İlginç olan taslağı hazırlayanların başında bulunan Değerli Hocalarımızdan saygın Anayasa Hukukçusu Sayın Özbudun nasıl olurda bu anayasanın sivil bir anayasa sayılamayacağını şu güne kadar beyan etmemiştir. Değerli Hocalarımızdan Mehmet Ali Kılıçbay’a göre bu anayasa tartışmalarında sivillik ile yurttaşlık arasındaki bağ ıskalanırsa ve sivilin; yurttaşların tümü, bir ülkenin yurttaşlar topluluğu, olduğu anlaşılmazsa gene üniformalı (sivil olmayan) bir anayasa yapılacağı açıktır. Sivil kelimesinin anlamlarından biriside dinsel olmayandır yani anayasa da dine ait bir ibarenin bulunması onu sivillikten çıkarır (M. Ali KILIÇBAY, “Anayasası Var, Sivil”, Yeni Aktüel, Sayı:109, s. 30–31.). Nitekim hazırlanan taslakta da bu tarz ibareler mevcuttur.

Tekrardan Cumhurbaşkanlığı makamı için yapılan tartışmalara dönersek, Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in demokratik olmadığı ve atamalarda en fazla oyu alan bazı rektör, yargıç vb. adaylarını atamadığı bilinen bir gerçektir. O zaman ki hükümet tarafından eleştirilere konu olan bu husus kendi adayları olan Abdullah Gül zamanında da yaşanmış ve Sayın Cumhurbaşkanı Osmangazi Üniversitesi Rektör Adayı, Prof. Gaye Usluer’i ilk sırada seçilmesine rağmen atamamıştır. Usluer’de bu sonuçtan sonra kendisini çağdaş, Atatürkçü, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin kadınıyım nitelemeleriyle tanıtmıştır. İlginç olan ise rektör olarak atanan Prof. Fazıl Tekin’in açıklamalarıdır. Ona göre Sayın Usluer’in demokratik olarak seçilebilmesi için öğretim üyelerinin yarısından oy alması şarttır. Bu da Sayın Tekin’in peşinen kendisinin demokratik olarak orada olmadığı kabul etmesi demektir; çünkü kendisi Usluer’den 36 oy daha az almıştır. Yoksa Sayın Tekin’in AKP’nin de seçmenlerin yarısının altında oy aldığını kastedecek hali yoktur, hele hele bunun demokrasiyle bağdaşmayacağını söylemesi onun en büyük ayıbı olacaktır. Rektör olarak başa gelen bu hocamızın tavrı ne kadar doğrudur bunun sorgulanması gerekir. Demokratik değerleri işine geldiği gibi yorumlamak Sayın Tekin’in haddine değildir. Bir rektörün aslında daha mantıklı açıklamalar yapması görevinin ve unvanın gereğidir.

Tartışmaları başka boyutlara çekmek gerekirse Milliyet Gazetesi’nin 5 Eylül 2007 tarihli manşetine bir göz atılabilir: “Yolda zorunlu namaz molası” başlıklı habere göre Samsun’dan İstanbul’a gelen bir otobüs cami önünde istek üzerine yarım saat namaz molası vermiş ve diğer yolcular buna tepki göstermişlerdir. Metro Turizme ait olduğu belirtilen otobüsün şirket yetkililerine göre; şoför bu duruma mecbur kalmış olabilir. Türkiye Otobüsçüler Federasyonu Başkanı Mustafa Yıldırım ise şoför eğer durmazsa dinsizlikle suçlanıyor diye bir beyanat vermiştir. Yoğun tartışmalara sebep olan bu haberden üç gün sonra ise aynı gazete şu habere yer vermiştir: “ Namaz molası veren otobüse binin çağrısı”. Bu habere göre Namaz Gönüllüleri Platformu namaz ihtiyacına cevap veren firmalara yönelim çağrısı yapmıştır. Bir namazın kazası sonradan kılınabilecekken bu insanların nereden güç buldukları aslında bilinen bir gerçektir, bilinmiyorsa da sorgulanmalıdır. Her fırsatta laiklik çağrısını yapan mevcut hükümet ve Sayın Abdullah Gül ise bu durumlara şu an için sessiz kalmıştır. Ünlü tenor Pavarotti’nin ölümü üzerine mesaj yayınlamayı eksik etmeyen Sayın Gül yukarıda anlatılan durum için neden bir açıklama yapmamıştır.

Türkiye’de laikliğin yoğun olarak zedelendiğinin apaçık belli olduğu şu günlerde 22 Temmuz 2007 seçimlerinden hemen sonra anayasadan Kemalizm’in çıkartılmasının savunulduğu unutulmamalıdır. Aşağıda değineceğimiz üzere hazırlanan anayasa taslağında da böyle bir çalışma yapılmaktadır.

Zaman Gazetesi yayınladığı bir haberde ÖSS sistemini eleştirmiştir. Zaman Gazetesi şöyle yazıyor: “İmam Hatip Lisesi (İHL) mezunu Şimşek ÖSS’de Türkiye dördüncüsü olmasına rağmen katsayı uygulamasından dolayı en düşük puanlı tıp fakültesine yerleşmesi dahi mümkün olmayınca tercih yapmadı.”. Bunun böyle olacağı baştan bilinmiyor muydu diye soruyor Mehmet Ali Kılıçbay “Demokrasilerde başbakan ülkenin sahibidir, istediğini kovar” adlı yazısında. Sonradan da ekliyor: “İHL’ler hekim yetiştirmek için mi kuruldu?” diye. Bende Sayın Hocama katılarak şunu eklemek istiyorum: “Bu ülkenin Cumhurbaşkanını sahiplenmeyen bir yazara vatandaşlıktan çıkmasını konusunda telkinlerde bulunan bir Başbakan nasıl oluyor da sistemi beğenmeyip tercih yapmayan bir öğrenciye sessiz kalabiliyor. Sonuçta bu sistemde bizim sistemimiz değil mi (?).”. Yine Hocamın söylediklerine dönmek gerekirse dindar Cumhurbaşkanı isteyenler sanırız dindar hekimde olsun istiyorlar. İHL mantığıyla yetişen bir hekim önüne insan kopyalanması konusunda bir araştırma gelirse buna nasıl yaklaşacaktır bende bunu merak ediyorum. Acaba dindar bir hekim benim hekimim olamaz dersem bu ülkenin vatandaşlığından çıkıp gitmem de gerekir mi bunu da öğrenmek istiyorum; ama en önemlisi dindar hekim isteyenler diğer hekimleri dinsiz mi zannediyorlar bunun muhakemesini bile artık oturup yapamıyorum (!); çünkü dışlanmaktan korkuyorum (!).

Yeni Aktüel’in 113. sayısının altıncı sayfasında Sayılar başlıklı bir kutucuk var. Buna göre Türkiye’deki doktor sayısı 77.000, Türkiye’deki avukat sayısı 47.000 ve Türkiye’deki din görevlisi sayısı 90.000. Aslında dünyadaki toplam cami sayısından bile fazla camisi olan bir ülke için bu sayı az bile. Bu azlık mevcutken Sayın İHL mezunu Şimşek’i anlamakta zorluk çekiyorum. Yoksa Şimşek din görevlisi sayısından az olan doktor sayısının azlığını gururuna yediremeyip böyle bir davranış mı sergilemiştir bunu da merak etmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Yeni öğrendiğimiz bir habere göre Atatürk’ün eşi Latife Hanım ilk türbanlı “First Lady’miş”. Türbanlı olmak demek türbanı istenildiği zaman çıkartmak mıdır, yoksa türbanı özümseyip onu sürekli kullanmak mıdır? Eğer türbanlılık ilki ise yeni “First Lady” Sayın Gül bir türbanlı değildir. Eğer türbanlılık ikincisi ise ilk “First Lady” Latife Hanım türbanlı değildir. Araştırmacı kimliğiyle öne çıkan bir Hanım akademisyenimiz ise Latife Hanım’ın kullandığı aksesuarı Ruslara ait bir obje olarak nitelemiştir. Türban dini bir simgedir ve bu yüzden kullanılır. Atatürk’ün eşi kullanıyor diye şu an Bayan Gül’ün türbanına ses çıkartılmaması gerektiğini savunmak ne kadar mantıksızsa insanları dini objeleriyle yargılamak da o kadar mantıksızdır. Laikliğin getirdiği esasları uygulamak devlet erkinin es geçmemesi gereken bir konudur. Konuyla ilgili bir ilahiyatçı ise Bayan Gül’ün arka planda kalması gerektiğini söylemiştir. Gerekçesinde ise Peygamberimizin hangi eşinin ön planda olduğunu gördünüz dedi. Ben bu bilim adamına sadece şunu söylüyorum. Bu açıklamaları bu ilahiyatçı neden Semra Sezer için yapmamıştır. Başı açık olduğu için Semra Sezer ön planda mı olmalıdır yoksa bu ilahiyatçı Abdullah Gül’ü peygamber mi sanmaktadır?

Hatırlanacağı üzere etnik köken araştırmayı bilim sanan Yusuf Halaçoğlu büyük tartışmalara yol açacak bir makale yayınladı. Herkesin herkesten kuşkulanmasına yol açan bu makaleden sonra AKP Ankara Milletvekillerinden Salih Kapusuz nedense Abdullah Gül’ün 7 değil 77 göbekten Türk olduğunu bildirdi. Bir kuşak ortalama 25 yıl sayılır, biz 20 kabul edelim. 77 kuşak 1540 yıl geriye gider, yani 467 yılına. Oysa Türkçe yazılmış ilk belgenin tarihi 730–735 yıllarıdır. Bunlar, Göktürk Hakanı Bilge Kaan tarafından diktirilen Orhun Kitabeleri’dir ve bu taşlarda Gül’ün soyuna ilişkin hiçbir bilgi yoktur (M. Ali Kılıçbay, “Gülün soyu bilinir, Gül’ünki bilinmez”, Yeni Aktüel, Sayı: 113, s. 32 – 33.). Sayın Abdullah Gül’ün bile açıklanmasını zorunlu kılan bu tartışmalar yurttaşlar arasında şüphesiz büyük bir ayrımcılığa ve şüpheciliğe neden olur. Bilim denilen olgu tabii ki farklı görüşleri içerecektir; fakat bilim denilen olgu kafatasçılık yapmak değildir. Bilim geçerli materyallere dayanmadıkça bilim olarak kabul edilemez.

8 Eylül 2007 tarihli Milliyet Gazetesi’nin 18. sayfasında Abdullah Gül’ün, sivil toplum örgütleri, iş dünyası ve gazeteciler için verdiği resepsiyona Cumhuriyet Mitinglerinin öncüsü olan ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Desteklere Derneği) ile Cumhuriyet Kadınları Derneği’ni davet etmediği yazıyordu. Hemen ertesi günde aynı gazetede çıkan haberde şöyle yazıyordu: “Köşk olayı reddetti ve davetiye gönderdiğini söyledi.”. Bu haberde ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan kendisine davetiye gelmediğini ve eğer davetiye yollandıysa postada kaybolmuş olabileceğini söyledi. Burada bizce Türkan Saylan olası bir krizi önlemiştir; çünkü Cumhurbaşkanlığının yolladığı bir posta nasıl postada kaybolur, bu resmi bir yazı değil midir, herkese ulaşan posta nasıl olurda ÇYDD’ye ulaşmaz bu sorulması gereken birkaç sorudan biridir. Acaba Türkan Saylan yalan mı söylemiştir? Aynı haberde Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Genel Başkanı Ö. Faruk Eminağaoğlu’da kendilerine davetiye yollanmadığını söylediği belirtilmiştir. Bizce laiklik ve ülke bütünlüğü karşıtı birçok kişi ve kuruluşun çağırıldığı bu resepsiyona olan bakış açısı sorgulanmalıdır. Ahmet Necdet Sezer döneminde köşkün bahçesine dahi giremeyen bu kişi ve kuruluşlar artık köşkün hatırı sayılır misafirlerinden olmuştur. Bu kişi ve kuruluşların kimler oldukları apaçık meydandadır.

Yeni Anasaya taslağına dönecek olursak, bu taslakta türban serbestîsinin yükseköğretim kurumlarında tanınacağı belirtilmektedir. Eğitim ve öğretim hakkı başlıklı bu maddede türban serbestîsinin tanınmasından öte ses getirmesi gereken eğitimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda yapılacağının anayasadan çıkartılmış olmasıdır. Fransa gibi bir ülkede vatandaşlarımızın Atatürk’ten bir haber yetiştiğini düşünürsek bizim uğraştığımız şeylerin vahameti daha da önemli noktalara varmaktadır. Kendi ülkemizde, bizim toprağımızda Atatürk’e verilen değer belliyken zaten başka ülkelerden Atatürk’e değer verilmesini beklemek herhalde ki yanlış olur ve benim bunları gündeme getirmem herhalde ki doğru olmaz (!). İngilizcenin hiç gerekmediği memurluk mevkilerinde bile zorunlu şart olarak koyulduğu ülkemizde, Atatürk ilkelerinin anayasadan çıkarılmaya çalışılmasından başka ne mantıklı olabilir ki (!).

Sonuç olarak neredeyse her iki kişiden birinin halinden memnun olduğu bir coğrafyada yaşamaktan yine de gurur duyuyorum. Halkımızın anlaması gereken çok önemli bir nokta var: “Her şey hizmet demek değildir. Bu ülkenin çok hassas temel değerleri vardır. Onlara gelebilecek en ufak zararda bile bu ülke vatandaşlarının ülkelerine sahip çıkmayacağını düşünmek büyük bir hata olur. Bazı şeyleri kabullenmek bizim halkımıza yakışmaz. Kabullenmeyeceğimiz şeyler bizden olarak gösterilip kabul etmemiz gerekiyor diye dayatmalar yapmak, bu dayatmaları kabul etmeyeceksen bu ülkenin vatandaşlığından çıkıp gitmemizi söylemek kimsenin tekelinde değildir. Unutulmaması gereken mevcut iktidar bile tamamıyla kabul görmemiştir. Seçildiği günün sonrası herkes bizim vatandaşımız diyen, aldığı yüzdelik oyun dışında kalanları kucaklayan (!) ama sonra o kişilerin öncülerinden birine çık bu vatandaşlıktan demek, kimsenin tekelinde değildir.

Daha yukarıdaki gibi birçok örneğin verilebileceği unutulmamalıdır. Seçimler yapılalı sadece bir buçuk ay olmuşken beş günlük bir gazete takibi bile bize ne kadar zorda olduğumuzu göstermektedir. Tehlikenin farkında mısınız, ya da tehlike sizin ne kadar umurunuzda bunu zaman gösterecek. Okumadaki sabrınız için teşekkürler.


Gökhan DAĞ