31 Ekim 2007 Çarşamba

Yeni Bir Blog Oluşturuyoruz !

Herkesin kendi siyasi görüşünü yansıtabileceği, sürekli yazan bir yazar kadrosuna sahip bir blog oluşturuyoruz (Bu var olan sitemin kapanması anlamına gelmiyor tabii ki). Bu amaçla, bu yolda bizimle yürüyebilecek arkadaşlarımızı ve büyüklerimizi aramıza davet ediyoruz.


Yeni Oluşturulacak (Siyasi) Blogumuzun kadrosunda yer almak istiyorsanız lütfen sitemde yer alan bu sayfayı takip edin.

Daha detaylı sorularınız için bana ulaşabilirsiniz. (gokhandag23@gmail.com) Teşekkürlerimle, keyfini sürün.

Gökhan DAĞ

Unutamayacağım Kişilikler




Yukarıda resimlerini gördüğünüz şahsiyetler bazı kesimlere göre çok iyi işler başarmış, bazı kesimlere göre ise çok kötü işlere imza atmışlardır. Her ne olursa olsun başımız sağolsun.


Gökhan DAĞ

23 Ekim 2007 Salı

21 Ekim 2007 Referandumuna Evet Dedik; Ama !

Referandum sonucuna göre Türk Halkı referanduma evet dedi. Demokratik bir birey olarak, referandum sürecinin demokrasiye uygun olup olmadığını şimdilik görmezden gelerek, halkın tercihine saygı gösteriyorum. Demokrasi farklı görüşlerin yaşamasına olanak veren bir rejim olduğu için, saygı göstersem de olayları sorguluyorum. Bu sorgulama neticesinde ise bazı düşüncelerimi, ne kadar etki göstereceğini umursamadan, sizlerle paylaşıyorum.

Katılım oranın kesin olmayan sonuçlara göre % 60'lı oranlara ulaştığı bu referanduma evet diyenlerle yaptığım bazı görüşmelerde, neden evet dediklerini sorma fırsatını yakaladım. Bir çoğu halkın yönetime katılması için diye bir cevap versede önemli bir çoğuda AKP yandaşı olduğundan böyle bir seçim yaptığını benimle paylaştı. Şunu söylemek gerekiyor, her şeyden önce referandum partiler üstü bir nosyondur. Partilerin bu olaylara karışması onları baskı grubu yapar ki bu da siyasi parti teorisine bir oranda terstir.

Önecelikle referandum paketi sanıldığının üzere sadece Cumhurbaşkanını halkın seçmesini içermemektedir. Referandumda var olan konuları kısaca özetlersek;

1- 11. Cumhurbaşkanını halk seçsin. (Bu genel ibare referandum süreci başlamışken 12 cumhurbaşkanı olarak değiştirilmiştir.)

2- Meclis karar yeter sayısı 184 olsun. (367 Milletvekili toplayamama sorunu sebebiyle)

3- Genel seçimler 5 yıl yerine 4 yılda bir yapılsın.

4- Cumhurbaşkanı seçilen kişi var olan duruma göre 5 + 5 yıl görev yapabilsin.

Referandumda var olan kısa başlıklar aynen böyleyken, yapılan propagandalar genelde Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönünde yoğunlaşmıştır. Neye evet dediğini bile henüz bilmeyen daha doğrusu kavrayamayan halk ne yazık ki siyasal rejimin çarklarını büyük ölçüde zedelemiştir.

Düz ve bir o kadarda açıklayacı olan mantıksal kavrayıştan yola çıkarsak, Cumhurbaşkanını seçme zorluğu yaratan 367 yeter sayısını 184'e çeken bir referandum metninin amacını kavramakta epey zorlanırız. Meclisin seçimini kolaylaştırarak, seçimi meclis yerine halka yaptırmanın mantığı nedir, bunun sorgulanması gerekir.

Bu referandum halka bir dayatmadır. Yukarıda sayılan maddelerden birincisine evet deyipte, diğer maddelerden herhangi birini kabul etmemek pek tabii ki doğaldır; fakat maddelerden birine evet demek diğer maddelere de evet demek olduğu için, dayatma apaçık meydana çıkmaktadır.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) referandum sürecini bir huku komedisine çevirmiştir. Demokrasiye evet, referanduma evet diye propagandalar yapan, siyasi iktidarın etkisi altında kalan YSK, oylama süreci başlamış bir metnin değiştirilmesinin verilen oyları etkilemeyeceğine hüküm vererek cehalet örneği sergilemiştir.

Bir şeyden haberdar olmak, onu bilmek demek değildir. İnsanların referandumdan haberi vardır; fakat bu konuda bilgisizdirler. Bu süreç onu göstermiştir. Siyaset Biliminin önde gelen akademisyenleri seçim sonuçlarından sonra başını eğerek bizim halka verecek neyimiz kaldı demiştir. Bunun sebebi siyaset bilimcilerin üstüne basa basa bu süreçte halkın hayır demesi gerektiğini söylemesi ve halkın bunu dinlememesidir.

Referandum sonuçlarına bakacak olursak, referandum sürecinin kimin işine geldiği apaçık meydandadır. Güneydoğu Bölgesinde yaşayan halk referanduma %95 oranında evet demiştir. Bunun nedeni sorgulanacak olursa, yeni Cumhurbaşkanı'nın kim veya kimler olabileceği akla düşer (Burada oradaki halkı kötü gösterdiğim lütfen anlaşılmasın, çünkü referanduma katılmayan büyük bir çoğunluk söz konusudur.).

Sonuç olarak, Türkiye; bilim dünyasını reddederek, demokratik haklarının çiğnenmesine göz yumarak, referandum paketinden bir haber olarak, referandum metnine evet demiştir. Sevinilecek olan tek nokta Türkiye yeni bir siyasi kavrayış ortaya çıkarmıştır. Halkın Cumhurbaşkanını seçtiği bir parlamenter sistem. Dünyayı güldürmek bizim bu konuda, inanın ki hakkımız değildir.

Diğer maddeleri de yakında yorumlayacağımı belirtirim. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ




Tepki Vermesini Bilmiyoruz !

Birkaç gün önce hain terör saldırılarında; evlatlarımızı, kardeşlerimizi yitirdik. Bunun acısı tabii ki yüreğimizi derinden yaraladı. Tepkiler gösterdik, yürüyüşler düzenledik. Bayraklarımıza sarıldık. Bayrağımızın kırmızı rengini oluşturan kanın her geçen gün arttığı bu dünemlerde ben şehitlerimizin nedense rahat uyuduğunu düşünemiyorum. Bunun sebebini ise vatan uğrunda ölen şehitlerimizin, ölümleri üzerine verilen parantez içinde bölücü tepkilerde görüyorum.

Şehitlerimizin artması üzerine tepki vermekten daha doğal bir şey olamaz; fakat biz bu tepkilerimizi bütünleştirici bir biçimde değil bölücü bir şekilde veriyoruz. Vatan uğruna ölen şehitlerimiz, nasıl ki belli gruplar için şehit olmadıysa verilen tepkilerde belli grupları ön plana çıkartmakta o derece yanlıştır.

Terör olaylarının gerçekleşmesi sonrasında halkın bir kesiminin meydanlara dökülüp; "Ya Allah Bismillah Allahu Ekber" diye meydanları inletmesine bir anlam veremediğim gibi, yapılan ülkücü selamlarınıda bir anlam veremiyorum.

Bu canlar, TÜRK BAYRAĞI için şehit olmuşken, insanların bir siyasi partinin bayraklarına kuşanıp meydanlarda parti propagandası yapması son derece yanlıştır ve kınanacak bir harekettir. Şehitlerimize sahip çıkmak hiçbir grubun tekelinde değildir. Bu olay bir ulusal tepkiyi gerektirir, gerektirmelidir.

Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da değindiği üzere terör konusuna duygusal yaklaşmak son derece tehlikelidir. Tabii ki duygusal yaklaşılacaktır ama ben Başbakan'ın gereğinden fazla duygusal demek istediğini düşünüyorum.

Bu şekildeki (bölücü nitelikli) tepkiler şehitlerimiz kemiklerini sızlatır. Halkımızı dikkatli olmaya davet ediyorum. Bu yazı vesilesiyle şehitlerimizin ailesine ve tüm vatana sabırlar diliyorum. Allah rahmet eylesin. Teşekkürlerimle...

Gökhan DAĞ




18 Ekim 2007 Perşembe

21 Ekim'de Sandık Başına

Türkiye 21 Ekim 2007 tarihinde tekrar sandık başında olacak. Referandum özelliği taşıyan bu şeçimde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Cumhurbaşkanını halk mı seçsin, yoksa var olan sistem devam mı etsin diye oy kullanacaklar. Ben lafı uzatmadan söylemeliyim ki böyle bir oylamaya karşıyım. Nedenlerine gelince;

1. Referandum süreci başlamışken, halkoyuna sunulan metin değiştirilmiştir; ve bu bakımdan seçim hukuken sakattır. Gümrük kapılarında oy kullanan vatandaşlar, oylarını eski metne göre kullanmıştır ve bu oylar yeni oluşan metin hakkındaki düşünceleri yansıtmamaktadır. Bu durumda Yüksek Seçim Kurulu (YSK) nasıl olmuştur da seçimin 21 Ekim'de yapılabileceğine karar vermiştir. Bu bir hukuksal ayıptır. İktidarın ve YSK'nın bu davranışının ne kadarı demokrasiyle bağdaşır ?

2. Seçimin getirileri ve götürüleri yeni bir iktidar dönemine rastlayabileceğinden, aynı konuda yeni bir referandum gerekebilir. Her seçim bir harcama olacağından bunun ekonomik götürülerinin hesaba katılması gerekir.

3. Referandum paketi, halkın, TBMM'in seçeceği adaylardan birini seçmesine olanak tanımaktadır. Bu bakımdan iktidar partisinin seçeceği aday yüksek ihtimalle Cumhurbaşkanı olacaktır. Hemde seçilecek olan bu cumhurbaşkanı meclisin yapacağı seçime göre daha kolay seçileceğinden bu durum, şu anki konjonktürde iktidar partilerinin işine yarayacaktır.

4. Parlamenter bir sistemde Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi bir rejim skandalı yaratabilir ve rejim çarklarının iyi işlememesine veya durmasına yol açabilir.

5. Cumhurbaşkanı Adayı olan şahsiyetlere halk neye göre oy verecektir, Cumhurbaşkanı adayları acaba şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıp seçim propagandalarımı yapacaktır ? Görevleri Anayasa'da net bir şekilde belirtilen siyasi bir şahsiyetin neye göre oy isteyeceği merak konusudur. Düşünsenize Cumhurbaşkanı'nın şöyle bir propganda yaptığını: "dinci kesimi mutlu edecek kanun tasarılarını veto etmeyeceğim, dinci iktidarın kanunlarına hep evet diyeceğim." Tabii bu propagandanın tersi yönde bir söylemin gerçekleşmeside olasıdır.

6. Amerika Birleşik Devletleri'ne duyulan hayranlık ne yazık ki Cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusunda da yaşanmaktadır; çünkü ABD'de Cumhurbaşkanı'nı büyük ölçüde halk seçer.

7. Yaşanan terör sorunları sebebiyle kabul edilen tezkerenin, referandum sürecinde yaşanması daha doğru kabul edilmesi çok garip bir tesadüftür. Terör meselelerinde hep ABD'nin dediğini yapan "dinci" iktidar nedense ve nasıl olduysa referandumdan önce ABD Başkanı "ufak" Bush'a rest çekmiştir.

Sonuç olarak; yaşanan hukuk skandalını düşünerek ve bunun demokrasi düzeniyle bağdaşmadığını bilerek "dinci" AKP iktidarın dayatmacı referandumuna ben HAYIR diyeceğim. Cumhurbaşkanlığı makamıyla bu kadar uğraşan bir siyasi iktidar şu ana kadar kesinlikle olmamıştır. Askeri rejimler bile Cumhurbaşkanlığı makamı için bu kadar uğraşmamıştır. AKP iktidarın yaptıklarını uzun vadede halk çekecektir. AKP zamanının modern diktatörü olmaya devam etmektedir. KINIYORUM. Ayrıca Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi için gerekli mekanizma düzenlemeleri yapılmamışken bu seçim için yapılan aceleciliği de şuan da olduğu gibi her zaman sorguluyorum. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.


Gökhan DAĞ




15 Ekim 2007 Pazartesi

Türkiye'de Yaşanmakta Olan Milliyetçilik Paradoksu

Türkiye, siyasal hayatı boyunca, paradokslarla (en basit anlamıyla "çelişki") karşılaşmış bir ülkedir. Günümüzdeki gelişmeler göz önüne alındığında, ben, Türkiye'de şu anda yaşanmakta olan bir milliyetçilik paradoksunun var olduğunu düşünüyorum. Yazımda da pek tabii ki beni, biz yapabilmeyi amaçlıyorum. Bu amacı gerçekleştirmeye çalışmadan önce okuyucuya, seçimlerin üzerinden şu anda çok kısa bir süre geçtiğini hatırlatmak istiyorum.

22 Temmuz 2007'de yaşamış olduğumuz genel seçimleri kısaca hatırlarsak AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) tek başına iktidar olabilecek yeter sayıda milletvekiline ulaşmış ve birinci parti olmuş, onu ise CHP ve MHP izlemiştir. Geri kalan milletvekilleri ise bağımsız adaylar olarak yüce mecliste yer almışlardır. Bağımsız adayların bir kısmı ise daha sonradan kendi aralarında örgütlenmişlerdir.

AKP iktidarının parti propagandalarında milliyetçiliğin ne kadar yer tuttuğu malumdur (AKP ve Milliyetilik konusunda daha detaylı bilgi için bkz: http://www.akparti.org.tr/program.asp?dizin=0&hangisi=0). CHP ise partisel propagandalarında genelde Halkçılığı ön plana çıkarsada parti ambleminde olduğu gibi altı temel ilkeyede aynı ölçüde değer verdiğini iddia eder. Kısacası ve birçok bakımdan da doğrucası milliyetçilik denen kavram en çok MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) tarafından desteklenmiştir. Yazıdaki amacıma ise milliyetçiliği (kendimce) en çok ön plana çıkartan MHP ile ilgili kurmak herhaldeki doğru bir tutum olacaktır.

Tekrardan 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri'ne (daha doğrusu sonrasına) dönersek, milliyetçiliği savunan partilerin oy potansiyellerini arttırdıkları görülebilir. Mesela 2002 seçimlerine oranla daha fazla oy alan CHP ve 2002 seçimlerinde yasal partisel baraj oranını (%10) aşamayan MHP oylarını arttırmıştır. İşin ilginç yanı, AKP ise, milliyetçiliğe yukarıda örnek gösterilen partiler gibi yaklaşmamasına rağmen, oylarını bir önceki seçimlere oranla arttırmasını başarmıştır. Milliyetçiliğin yükselmekte mi olduğu, yoksa milliyetçiliğe olan rağbetin azalmakta mı olduğu sorusu burada bir paradoks yaratmaktadır. Hatta bu paradoks kendince bir ironiyide içinde barındırmaktadır.

MHP'nin genel seçimler öncesi yaptığı milliyetçilik propagandası, yaşanan terör olaylarıyla desteklenmiş olmasına rağmen seçimlerden sonra da yaşanan terör olayları sonrası, halkın teröre artık eskisi gibi tepkisel yaklaşmaması bir milliyetçilik paradoksunuda beraberinde getirmektedir. Milliyetçiliğe bu kadar önem verilmesine rağmen, milliyetçi kesimde oluşan MHP'nin başarız olduğu düşüncesi ve milliyetçi kesimin fikirlerinde değişiklik yarattığı gerekçesiyle bu durumun gerçekleştiği söylencesini de ben pek gerçekçi görmemekteyim. Bu yüzden de halkın ve söz konusu partinin, seçim öncesi ve sonrası davranışlarının paradoks yarattığını düşünüyorum.

Ermeni Gazeteci Hrant Dink'in ölümü sonrası halkın toplanıp bir Ermeniymiş gibi sloganlar atmasıysa artan milliyetçilik duygularını daha da pekiştirmiş olmasına rağmen, milliyetçi kesimden bazı vatandaşları kendilerini Ermeni olarak nitelendirmesi de kendi içerisinde bir paradoks yaratmaktadır. Hatta tüm bunlara rağmen MHP'nin oylarını arttırdığı gerçeğini kabul ederek ortada bir paradoks olduğunu savunuyorum. Kısacası Hrant Dink'in ölümüne anlam verilemez ölçüde (bu ölçüyü milliyetçi kesim bu şekilde ifade etmektedir) gelen tepkiler sonucu milliyetçi partilerin oylarını arttırmasını ben kendimce paradoksal görüyorum. Milliyetçi kesimin Hrant Dink'in ölümü sonrası sessiz çoğunluk olarak var olduğu tezini ise burada yadsıdığımı belirtiyorum.

ABD'de Ermeni sorunuyla ilgili alınan kararın ülkemizde yeterince tepki görmediğini düşünüyor ve genel seçimler sonrası oluşan sonucu, milliyetçilik açısından paradoksal görüyorum.

Sonuç olarak bu örnekleri arttırmak pek tabii ki mümkündür. Bunun en büyük sebebi de toplumda yaşanan hızlı ayrışma olarak gösterilebilir. Ayrıca toplum bilincinin yeterli düzeyde gelişmemesi de bunun ana nedenlerinden biridir. Kısacası kısa hacimde bir yazı için, okuyucuya doyurucu olmasa da bir takım bilgiler verdiğimi düşünüyor ve milliyetçiliğin bu paradoksal doğasının araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Okumadaki sabrınız için teşekkürler...

Gökhan DAĞ







Not: Alp Arman Baykal'a Teşekkürlerimle.



10 Ekim 2007 Çarşamba

Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine Farklı Bir Bakış

Cumhurbaşkanı yürütmenin dualist yapısında, sorumsuz kanadın baş aktörü olup 1982 Anayasasının 101. maddesinde (1982 AN. m. 101) yazıldığı şekilde 7 yıllık bir süre için seçilir. Aynı madde meclis dışından Cumhurbaşkanı seçilmek için gerekli şartları göstermiş olup, Cumhurbaşkanının iki defa seçilemeyeceğini söyler.

Konumuz açısından önemli olan nokta ise maddenin sonunda belirtilmiştir. Aynen alıntılarsak madde şöyle diyor: ” Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeliği sona erer.”. Bu madde üzerinden yazımızı sürdürmeye devam edersek, kendimizce Cumhurbaşkalığı seçimi tartışmalarına bir bakış açısı getirme umudundayız.

Burada bir husustan bahsetmemiz gerekiyor: TBMM seçimleri, yüksek olasıkla bir iktidar doğurur ve bu iktidar belirli bir süre görevde kalır. Görevde kaldığı sürece, Anayasada ve kanunlarda kendisine verilen görevleri yerine getirir.

Bu görev süresi içinde Cumhurbaşkanlığı makamı boşalırsa, Cumhurbaşkanlığı seçiminde rol almaya yetkilidir. AKP iktidarına baktığımızda bugün itibariyle bu iktidarın, Cumhurbaşkanlığı seçiminde önemli bir rol üstleneceği şüphesizdir. AKP iktidarı pek doğal ki, kendi tasarrufları doğrultusunda bir aday belirleyecektir ve aslında bunun tartışılacak bir yanıda yoktur. Kısacası demek istediğimiz Sayın Başbakanımız Recep Tayyip ERDOĞAN‘ın Cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmesi oldukça doğaldır ( ki biz aday olacağını şu an için düşünmüyoruz) .

Tartışmaları sona erdirecek kendimizce bir bakış açısı geliştirme umudumuz olduğunu yineleyerek konuyu daha da açalım. “X” partisinden Cumhurbaşkanı olan birisinin, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ilkesi gereği bulunduğu parti programından sıyrılması gerekir. Ayrıca bu parti programından sıyrıldığı gibi başka bir parti programınıda benimsememesi olağandır. Bir başka ifadeyle Cumhurbaşkanı hiçbir partinin tutum ve davranışlarını benimseyemez.

Burada imdadımıza nihayet Anayasada buluna bir madde yetişiyor (1982 AN. m.104) . Bu maddenin ilk paragrafına göre: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir .”. Sonuç itibariyle Cumhurbaşkanı sözü geçen 101. maddeye göre partisel programlara değilde, 104. maddeye göre Anayasal program(lar)a uymalıdır.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında şöyle bir sonuca varabiliriz: Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenen her Cumhurbaşkanı Anayasanın gereklerini yerine getirmek zorundadır. Kendi kişisel düşünceleri eğer Anayasa uygun nitelikte değilse, bu kişisel düşüncelerinin hiçbir anlamı yoktur. Buradan çıkarılabilecek en önemli sonuç Cumhurbaşkanlarının homojen bir niteliğinin olduğudur. Ülkemizde bunun örneklerini pek yaşayamadığımızdan olması gerekmektedir diye de düzeltilebilir.

Eğer Cumhurbaşkanlığı makamına gelecek kişinin AN. m. 104′e göre görevini layığıyla yerine getiremeyeceğinden duyulan bir endişe varsa, ülkenin bölünmez bütünlüğünü sarsacak kararlar alacağından kuşku varsa, vb. varsa Anayasal dayanak çerçevesinde, böyle kararlar alamayacağı açıktır. Bizim burada bahsetmek istediğimiz; eğer bir Cumhurbaşkanından önce var olan bir Cumhurbaşkanı bir karar aldıysa, bu karar Anayasal dayanağa bağlı olacağından diğer Cumhurbaşkanı bu alanı düzenlemekle boşuna zaman kaybedecektir. Daha açık bir ifadeyle Cumhurbaşkanlarının homojen davranması gereği esası, bir Cumhurbaşkanının alacağı karar kendisinden sonraki Cumhurbaşkanlarını bu karardan (bizce) muaf tutmalıdır.

Yukarıda anlatılanları bir örnekle ifade edersek eğer şu örnek oldukça yerinde olacaktır: TBMM’nin kabul edip gönderdiği “K” kanununu Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER, AN. m. 104′ün ilk paragrafına göre veto ederse ve bu “K” kanunu uygulanmazsa, Sayın Cumhurbaşkanımız A. Necdet SEZER‘den sonra gelecek Cumhurbaşkanına aynı kanun tekrar gönderilirse onun da veto etmesi gerekecektir. Çünkü kendisinden önceki Cumhurbaşkanı anayasal dayanaklara dayanarak bu kanunu tarafsızlığı ilkesi gereği iptal etmiştir. Diğer Cumhurbaşkanına da böyle bir kanun gelmesi durumunda ya o kanundan muaf olması ya da onu direk veto etmesi gerekecektir. Anayasal yorumların fark yaratmayacağı düşüncesini de burada belirtmek yerinde olur.

Cumhurbaşkanlığının tarafsızlığının Anayasa belirtildiği bir ortamda, seçilecek Cumhurbaşkanını yanlı kararlar alacak diye lekelemek oldukça çağdışıdır. Zaten böyle bir şeye kalkışması durumunda 1982 AN. m.105′e göre çok zor bir olasılıkta olsa vatana ihanetten yargılanmalıdır. Yeri gelmişken şu bilgiyide vermek yerinde olur. Hukuk literatürümüzde vatana ihanet tanımlanmış değildir.

Sonuç olarak bizim kendimizce tartışmalara son verebilecek bakış açımıza göre, Cumhurbaşkanlarımızın tarafsızlığı ilkesi gereği aldıkları kararların, gerektirdiği ölçülerde bir süreyle değiştirilememesidir. Eğer bu karar değiştirilmek isteniyorsa da, son sözü referandum söylemelidir. Kısacası Cumhurbaşkanlarının aldıkları kararları belirli bir süre (Anayasal dayanağı sürdürdüğü zaman zarfında) dokunulmaz kılmak bizce esastır. Böylece yeni seçilecek Cumhurbaşkanı hakkında tartışmalarda son bulacaktır.

Kendimizce verdiğimiz bu önerinin elbetteki eksik yanları mevcuttur. Belki de bu önerimiz kendi içinde tutarsızlıklar içermektedir. Yorumlarınızla bu öneriyi geliştirmek dileğiyle yazıma son veriyorum. Okumadaki sabrınız için teşekkürler.

Saygılarımla...

Gökhan Dağ - Bursa/2006

Önemli NOT: Yazımız Anafikir.com'da okuyucuların oylarıyla ilk sırada yayımlanan yazı özelliğini kazanmıştır. Yazımızı buradan yorumlarıyla beraber takip etmek için http://www.anafikir.com/goster.asp?t=877 adresine bakılabilir.


Tartışılan Tartışma: Türban Siyasi Bir Simge midir ?

Türkiye Cumhuriyeti'nde eskiden olduğu gibi şu anda da türbanın siyasi bir simge mi yoksa dini bir simge mi olduğu tartışmaları yaşanıyor. Açık olarak ne olduğu belli olan bir objenin tartışmalarla bambaşka boyutlara çekilebildiği ülkemizde, türban da bu tartışmalardan nasibini almış gözüküyor. Türban veya kimisine göre başörtü denilen (kutsal kabul edilmiş) kumaş parçasının dini değerini sorgulama konusundaki yetersizliğimi kabul ettiğim için bu konunun dini boyutuyla şu an için ilgilenmiyorum. Kısacası bu yazıyı yazmadaki amacım türbanın siyasi bir simge olup olmadığını sorgulamaktır. Bu sorgulamayı ise maddeler halinde sürdürmek yazıyı daha da anlaşılır kılacaktır.

Kısa bir yazı için yeterli olabilecek bir giriş yaptığımızı düşünerek, yazımızı ilerletmeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz:

1- Türban denilen dini objeyi takan kesim sadece belli partilere oy vermektedir. Maddeyi biraz daha açarsak, şunları söyleyebiliriz: Türban takan halk kesimi, partilerin siyasi amaçlarına göre değil, türban konusundaki siyasi propagandalarına göre o partilere oy vermektedir. Türbanın içindeki siyasi kafanın kumaş parçasına yansımasından daha doğal bir şey olamaz.

2- Türbanlı yaşama, eğitim görme konusunda ısrarını sürdüren türbanlı kesim bunun dini bir gerek olduğu konusunda hem fikirdir. Peki bu insanlar neden İslamın temel kitabı olan Kur'an-ı Kerim'de yazan diğer hukuksal sayılabilecek kanunları (örneğin; zina yapanları kırbaçlamak) bu kadar önemsememektedir, Kur'an-ı Kerim'in Müslümanlık kıstası sadece türban mıdır? Bu sorulara verilecek cevaplar türbanın siyasete malzeme edildiğini göstermektedir.

3- AKP, FP gibi partilere oy veren türbanlı kesime neden bu partilere oy verdikleri sorulduğunda türbana değer verilsin diye bir cevap verdikleri görülmüştür. Diğer partilerin türbanana değer vermediklerini düşünmek yani sadece belli partileri türbana yakın görmek türbanın siyasileştiğinin bir diğer kanıtıdır.

4- Türbanın saçları ve boynu örtme işlevi olduğunu söyleyen ve bu yüzden başörtüsünü reddeden türbanlı kesim kara çarşafla dışarıda dolaşan insanları nasıl yorumlayacaktır. Bu insanların (kara çarşaflıların) dini amaçlarını rejim değişikliği konusunda kullandıkları söylenebilir mi? Eğer söylenebilirse kara çarşaflıların sadece türbanla üniversiteye girmesi konusunda hazırlanan anayasa taslağının rejime yönelik bir saldırı niteliği taşıdığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Kara çarşaflıların rejim değişikliği için türban zırhına bürünmesi de türbanın siyasallaştığını gösteren bir diğer olgudur.

5- Din, yorum kabul etmez ve kesin nitelikler taşıyan bir kavrayışsa insanların siyaseten kara çarşaftan türbana girmesini istemek, dinin ve dolayısıyla dini simgelerin siyasallaştığının bir diğer kanıtıdır.

Yukarıdaki maddeleri devam ettirmek pek tabi ki mümkündür. Türbanın sadece dini bir simge olduğunu (siyaseten kullanılmadığını) iddia edenlerin bu yazıyı okuyup düşünmelerini istiyorum. Yazının diğer maddelerini ise gelecek yorumlara göre sıralayacağımı belirterek yazıma son veriyorum.

Gökhan DAĞ



9 Ekim 2007 Salı

Şehitlerimizi Saygıyla Anıyoruz.


Türkiye Cumhuriyeti adına varlıklarını ebedileştiren tüm şehitlerimizin önünde saygıyla eğiliyor ve geride kalan yakınlarına ve tüm vatanımıza başsağlığı diliyorum.
Şehitlermizin acısını paylaştığımı tekrar belirtiyor ve yetkililerimizden terör konusunun çözümlenmesi konusunda daha somut adımlar bekliyorum.

Gökhan DAĞ



AKP, Elindeki İktidar Yetkilerini Kötüye Kullanıyor. - Emre Kongar

2007 yılının bahar aylarında başarısız Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü, süresi dolan Ahmet Necdet Sezer'in yerine Cumhurbaşkanı seçmek isteyen AKP, yeterince Meclis desteğine sahip olmamasından ve beceriksizliklerinden dolayı bu isteğini gerçekleştirememişti.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül başarısızdı, çünkü Türkiye, Kıbrıs sorunu, PKK'ya dış destek, Ege sorunu, AB ile ilişkiler gibi Türkiye için hayati önem taşıyan konularda, 2007 yılının baharında, çok çeşitli çıkmaz ve açmazlarla karşı karşıya kaldığı bir konumdaydı.

Üstelik AKP'nin Meclis'te, Cumhurbaşkanı'nı seçmek için gerekli olan 367 sandalyeden bir kaç eksiği vardı.

AKP, bu eksiğini siyasal uzlaşma arayarak gidermek yerine, dayatmacı bir politika izlemeyi tercih etti, ve bu yanlışının sonunda Gül'ü Cumhurbaşkanı seçtiremedi.

Bunun üzerine kızgınlıkla, hem Meclis'te bu seçim için gerekli olan üçte iki çoğunluk koşulunu kaldıran hem de Cumhurbaşkanı'nın doğrudan halk tarafından seçilmesini öngören bir Anayasa değişikliği yasa tekliğini, referanduma sunmak üzere karar aldı.

Parlamenter bir rejimde Cumhurbaşkanı'nın yetkileri ve gücü sınırlıdır. Doğrudan halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı, Meclis'in ve hükümetin karşısında yeni bir güç odağı olarak sistemi kilitleyebilir.

Bu gerçeği göz ardı eden AKP, dayatmacı politikasını, "Arkamda halk desteği olursa, her istediğimi yaptırırım" anlayışı içinde sürdürdü.

Bu arada yeni seçimler yapıldı.

Ortaya çıkan yeni Meclis kompozisyonunda, AKP'nin sandalye sayısı azaldı ama, Meclis'e yeni giren MHP, seçim işleminin başlatılması için gerekli olan çoğunluğu sağlamakta AKP'ye destek vereceğini ilan etti.

Böylece Abdullah Gül, onbirinci Cumhurbaşkanı seçildi.

Ama AKP'nin dayatmacılığı ve beceriksizlikleri sürüyordu; çünkü referandum yasası hala yürürlükteydi.

Üstelik bu yasada, açıkça, halkoylamasının "Onbirinci Cumhurbaşkanı" için yapılacağı belirtilmişti.

Gümrük kapılarında oy verme işlemi başladı.

Bu arada zaten seçilmiş olan "Onbirinci Cumhurbaşkanı" Abdullah Gül'ün seçimini bir kez de referanduma sunma yanlışını yapmakta olduğunu fark eden AKP, geçici maddeleri kaldırarak, "Onbirinci Cumhurbaşkanı" sınırlamasından kurtulmak istedi.

Böylece halk tarafından oylamaya başlanan yasa, oylama sürerken değiştirildi.

Halkın neye oy verdiği belli değil.

İktidar kısaca "Siz evet deyin, biz neye evet dediğinize karar veririz" gibi bir dayatmanın içinde.

Tam bir hukuk skandalı!

Ayrıca, halk tarafından doğrudan seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın parlamenter rejimle bağdaşmayacağı da unutuluyor.

İşte AKP'nin Demokrasi anlayışı bu:

Hem dayatmacılığıyla, hem de beceriksizliğiyle Türkiye'yi tam bir kaosun içine atıyor.

Prof. Dr. Emre KONGAR

Not: Yukarıdaki yazı, yazarın izniyle sitesinde (www.kongar.org) bulunan 8 Ekim 2007 tarihli Güncel yazısından alınmıştır.




3 Ekim 2007 Çarşamba

Kamu Harcamaları: Reel Harcamalar ve Transfer Harcamaları, Transfer Harcamalarının Türkiye'deki Gelişimi

GİRİŞ

Reel Harcamalar ve Transfer Harcamaları Kamu Giderleri konusunda oldukça önemli bir yer tutar.Peki Kamu Giderleri ile anlatılmak istenen nedir? Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarından bahsetmeden önce bu konu hakkında bilgi verilmesinde yarar vardır.

1. KAMU GİDERLERİ (HARCAMALARI) KAVRAMI

Kamu harcamaları, bir çok kavram gibi hakkında çeşitli tanımlamalar yapılabilen bir kavramdır.Bu tanımların çeşitliliği Devlet kavramının ve fonksiyonlarının farklı yorumlanmasından ileri gelmektedir.

Şimdi tanımlardan bazıları verelim: İlk tanımKamu giderleri kamu tüzelkişilerinin yaptıkları harcamalardır.” Olarak belirtilmiştir. Diğer bir tanımKamu giderleri; kamu gücünün kullanılması sonucunda ortaya çıkan giderlerdir.” Olarak belirtilmiştir. Diğer bir başka tanım Kamu hizmetlerinin yapılması için Devlet adına harcanan paralara kamu gideri denilmektedir.olarak belirtilmiştir. Görüldüğü üzere yapılan tanımların hepsinde eksiklikler bulunmaktadır. İlk tanımda Kamu iktisadi teşebbüslerinin harcamaları kapsamamsı eksik yönün oluştururken ikinci tanımda modern devlet anlayışına ters düşen noktalar açıkça görülmektedir, üçüncü tanımın ise Sosyal Sigortalar gibi kurumların giderlerini göz ardı ettiği açıktır. Bu tanımların eksik yönlerinin bulunması bizi kamu giderleri kavramını açıklarken geniş ve dar anlamda kamu giderleri gibi bir ayrıma sürüklemektedir.

A. DAR ANLAMDA KAMU GİDERLERİ ( Hukuki Tanım )

Bu tanıma göre bir giderin kamu gideri sayılıp sayılmamasını etkileyen temel unsur gideri yapan kişinin hukuki kişiliğidir. Yani gider kamu tüzel kişileri tarafından yapılırsa kamu gideri, gerçek ve özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılırsa özel gider adını alacaktır.

Başka bir deyişle konsolide ( genel+katma ) bütçeden yapılan harcamalar hukuki tanım kapsamına girip, dar anlamda kamu giderini oluşturmaktadır. Bu tanımda Devlete aktif bir biçimde düzenleme ve yönlendirme görevi verilmiştir. Bu nedenle; sırtını liberal devlet anlayışına dayayan hukuki tanımın yetersiz kalacağı açıktır.

B. GENİŞ ANLAMDA KAMU GİDERLERİ ( Ekonomik Tanım )

Bu konuda M. DuvergerKamu giderleri, başta Devlet olmak üzere kamu tüzel kişilerinin emretme yetkilerinin uygulanması dolayısıyla yaptıkları harcamalardır.biçiminde bir tanım yapmaktadır. Bu tanımında geniş anlamda olmasına rağmen eksik yönleri vardır. Kamu İktisadi Teşekküllerinin yaptıkları harcamalar bu tanıma göre kamu gideri sayılmayacaktır. Bu büyük bir eksikliktir.

Buraya kadar yapılan çeşitli tanım ve açıklamalardan, kolayca görülebileceği gibi kamu giderlerini belirli bir kalıba oturtarak belirlemek bazı eksikliklere neden olmaktadır. O halde, kurumların hukuki durumlarına ve ürettikleri malların özelliklerine bakılmaksızın Devletin mal varlığını azaltan her çeşit harcama kamu gideri olarak kabul edilir. Bu durumda Mahalli İdarelerin Giderleri, Sosyal Sigortaların Giderleri, Topluma Yararlı Hizmetler Yapan Kurumların Giderleri, İktisadi Devlet Teşekküllerinin Giderleri, Vergi Muaflıkları İstisnaları ve İndirimleri, Devlet Aktifinde Ortaya Çıkan Azalmalar, Bağış ve Yardımlar, Ayni Katkıların Karşılıkları geniş anlamda kamu giderleri kapsamında yer almaktadır.[1]

Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarından bahsetmeden önce Kamu Giderlerinin Sınıflandırılması (Bilimsel Sınıflandırma) konusuna da değinmek yerinde olur.

2. KAMU GİDERLERİNİN SINIFLANDIRILMASI

Karmaşıklık gösteren bir konunun açıklanmasında sınıflandırmanın önemi büyüktür. Maliye bilimi içinde giderlerin sınıflandırılması konusunda İdari Sınıflandırma ve Bilimsel Sınıflandırma gibi çeşitli kıstaslar kullanılmıştır.İdari sınıflandırma kendi içinde Organik ve Fonksiyonel olmak üzere iki çeşit sınıflandırmaya; Bilimsel sınıflandırma ise kendi arasında Verimli-Verimsiz Harcamalar, Cari-Yatırım Harcamaları, Reel Harcamalar-Transfer Harcamaları olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.[2]

Konumuz bakımından Reel Harcamalar ve Transfer Harcamalarını,bu iki harcama türünün sınıflandırılmasının yararlarını,Türkiye’de Transfer Harcamalarının son beş yıllık (1999-2004) gelişimini irdelememiz gerekiyor.

3. REEL HARCAMALAR

Kamu harcamalarının türlerinden biridir. Devlet bu harcamalar kanalıyla, üretim faaliyeti için gerekli olan üretim faktörlerini kullanır. Emek, toprak ve sermaye gibi temel üretim faktörlerini kullanarak bu faktörlerin gelir elde etmelerine yol açtığı için Reel harcamalara, üretim faktörü kullanan harcamalar ve gelir yaratıcı harcamalar da denir. Bu niteliği ile, gerçek bir üretim faktörü kullanmayan, dolayısıyla gelir yaratıcı bir rolü olmayan transfer harcamalarından farklıdır ve bir anlamda transfer harcamalarının tam karşıtı niteliğindedir. Reel harcamaların üretim faktörü kullanımı, temelde iki şekilde ortaya çıkabilir:

1) Yukarıda da değinildiği gibi, devlet üretim faktörünü doğrudan satın alabilir; memur ve işçi istihdamı, taşınmaz satın alınması veya sermaye kullanımı ve kiralaması, üretim faktörü kullanımının en temel şeklidir.

2) Devlet, piyasadan mal ve hizmet satın alarak, bu mal ve hizmetlerin içinde ve dolaylı şekilde üretim faktörü kullanabilir ve onlara sahip olabilir.

Doğrudan üretim faktörü kullanımı halinde, piyasa sektörünün söz konusu faktörleri kullanması olanağı artık yoktur; çünkü aynı üretim faktörünün hem kamu, hem de piyasa sektöründe aynı anda kullanımı mümkün değildir.
Dolaylı üretim faktörü kullanımı halinde ise, söz konusu üretim faktörlerini piyasa sektörü kullanarak, onları mal ve hizmetlere dönüştürmektedir. Buna karşılık üretilmiş olan mal ve hizmetler kamu sektöründe ve kamu faaliyetleri içinde tüketilmektedir
.[3]

4. TRANSFER HARCAMALARI

Transfer harcamaları doğrudan milli gelir üzerinde etki meydana getirmeyen ve satın alma gücünün özel şahıslar ve sosyal gruplar arasında el değiştirmesine neden olan harcamalardır.[4]

Diğer bir deyişle transfer harcamaları karşılıksızdır. Bunlar kişilere, ailelere ve bazı gruplara yapılan, kazanç amacı bulunmayan harcamalardır. Transfer harcamalarının bu özelliği literatürde hediye kavramı ile açıklanmaya çalışılmıştır. Transfer harcamaları özde satın alma gücünün tek taraflı ve karşılıksız olarak el değiştirmesinden başka bir şey değildir.

Transfer harcamalarının türleri, genel olarak dört grupta ele alınıp değerlendirilebilir.

1) Merkezi İdarenin Mahalli İdarelere Yaptığı Mali Yardımlar: Kamu hizmetlerini gerçekleştirebilmek için mahalli idarelerin yetersiz kalması durumunda idarenin mahalli idarelere parasal yönden destek sağlamasıdır. Genel bütçeden yapılan bu yardımlar, mahalli idareler tarafından mal ve hizmet alımında kullanılmış olsa bile, merkezi idareye herhangi bir karşılık sağlamadıkları için transfer harcaması olarak kabul edilebilir.

2) Devlet Borçlarının Faiz Ödemeleri: Devlet çeşitli nedenlerle, siyasi sınırlardaki kişi ve kişilere ayrıca siyasi sınırlar dışındaki ülke ve uluslar arası kuruşlara başvurmak suretiyle borçlanabilir ve alacaklılara vade süresince faiz öder. Bu faiz ödemeleri karşılığında herhangi bir mal ve hizmet alımı yapılmadığı için faiz ödemeleri de transfer harcaması olarak kabul edilir.

3) Sosyal Amaçlı Transfer Harcamaları: Gelir dağılımında adaleti sağlamak amaçlı olan bu harcamalar emekli aylıkları, dul ve yetim aylıkları, muhtaç öğrencilere verilen burslar vb. giderler en tipik örnekleridir. Sosyal amaçlı yapılan bu ödemelerde transfer harcaması olarak kabul edilir.

4) İktisadi ve Mali Amaçlı Transfer Harcamaları: Bunlar genel olarak, ekonomik ve mali politika uygulamaları gereğince devlet tarafından yapılan giderlerdir. Çeşitli nedenlerle bir verginin alınmaması veya indirilerek alınması şeklinde olabilir.

Transfer harcamaları kendi içerisinde de değişik biçimlerde sınıflandırmalara tabi tutulabilir.

· Dolaylı ve Dolaysız Transferler: Bu tür bir ayırım, transfer harcamalarının bazılarının bireylerin veya sosyal grupların satın alma güçlerini doğrudan, bazılarının ise dolaylı bir biçimde arttırmaları nedeniyle yapılmaktadır.

· Gelir ve Sermaye Transferleri: Gelir transferleri, satın alma gücünün, diğer bir deyişle gelirin toplumun bir sosyal grubundan diğerine aktarılmasına neden olan harcamalardır. Savaşlar sonunda, savaşı kaybeden devletlerin kazananlara ödemek zorunda kaldıkları savaş tazminatları ya da dış borçların faizleri gibi kaynakların ulusal sınırlar dışına aktarılması sonucunu yaratan harcamalar ise sermaye transferleri olarak kabul edilir. O halde, bunlar dışındaki transfer harcamaları, gelir transferleri olmaktadır.

· Üretken ve Üretken Olmayan Transferler: Bu ayırıma göre iktisadi ve mali amaçlı transfer harcamaları üretken, sosyal amaçlı transfer harcamaları ile devlet borçlarının faiz ödemeleri ise üretken olmayan transferler arasında düşünülebilir.

Ø Reel Harcamalar-Transfer Harcamaları Sınıflandırmasının Sağladığı Yararlar

1) Kamu harcamalarının etkilerini açıklamada yardımcı olur.

2) Kaynakların dağılımı ve kullanışı konusunu açıklar.

3) Kamu harcamalarının ekonomik hayatı etkilemek ve yönlendirmek bakımından nasıl kullanılabileceğini gösterir.

4) Gelir dağılımını düzenlemek ve adaletli hale getirmek amacıyla harcamaların kullanılabileceğini gösterir.

5) Merkezi idare bütçesi ile diğer kamu kuruluşları bütçeleri arasındaki ilişkiyi açıklar.[5]

5. TÜRKİYE’DE TRANSFER HARCAMALARININ GELİŞİMİ [6]

Ülkemizde transfer harcamaları konsolide bütçe harcamaları içinde oldukça önemli büyüklüğe sahiptir. Bu büyüklüğün temel sebebi 1990’lardanitibaren harcamalar içinde özellikle iç ve dış borç faiz ödemelerinin yükselmesidir.

Tablo 1: Konsolide Bütçe Harcamaları içinde Transfer

Harcamaları Payının Gelişimi ve GSMH’ya Oranı (1999-2004)

(Milyar TL)

Yıllar

Transfer Harcamaları

Kon. Büt.

Har.

GSMH

(Cari Fiy.)

Transfer Har.

/ K. B. H

Transfer Har.

/ GSMH

1999

17.367.468

28.084.685

78.282.967

% 61,8

% 22,2

2000

30.615.975

46.705.028

125.596.129

% 65,6

% 24,4

2001

55.981.463

80.579.065

176.483.953

% 69,5

% 31,7

2002

77.682.555

115.682.350

273.463.000

% 67,2

% 28,4

2003

94.470.194

140.454.842

356.692.000

% 67,3

% 26,5

2004*

97.104.830***

150.658.129

419.692.000**

% 64,4

% 23,1

* 2004 Yılı Bütçe Kanunu

** Program

*** 2004 Yılı Bütçe Kanununda, analitik bütçe sınıflandırmasının bir gerçeği olarak, “faiz giderleri” , “cari transferler” , “sermaye transferleri” , “borç verme” ayrı ayrı düzenlenmiştir. Bu rakam toplam tutarı göstermektedir.

KAYNAK: T.C Maliye Bakanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, (1990-2003) Bütçe Gelir ve Gider gerçekleşmeleri

Tablo 1 incelendiğinde 1999 yılında transfer harcamalarının konsolide bütçe harcamaları içerisinde payının %61,8 olduğu; bu oranın 2000 ve 2001 yıllarında artış göstererek sırasıyla %65,6 ve %69,5 olarak gerçekleştiği; 2002 yılından itibaren de azalmaya başladığı ve 2003 yılında %67,3 olduğu görülecektir. 2004 yılında bu oranın %64,4 düzeyinde gerçekleşmesi hedeflenmiştir.

Transfer harcamalarının GSMH’ya oranına baktığımızda da bu payların konsolide bütçe harcamalarındaki paylara benzer bir gelişme gösterdiği görülmektedir. 2001 yılında son beş yıllık dönemin en yüksek oranı olan %31,7’ye ulaştıktan sonra transfer harcamalarının GSMH’ya oranının 2004 yılında, son beş yılın en düşük düzeyi olan, %23,1 olarak gerçeklemesi beklenmektedir.

Son dönemlerde bütçenin bir nevi transfer bütçesi haline gelmesi nedeniyle[7], 1986 yılından itibaren devlet borçları anapara ödemeleri bütçe dışına çıkarılmıştır. Bu uygulama bile bütçenin transfer harcamaları kalemindeki hızlı artışı engelleyememiştir. Bunda en büyük etken borç faizlerinin önlenemeyen yükselişidir.

Tablo 2: Transfer Türlerine Göre Harcamaların Toplam

Transferler içindeki Payları (%) (1999-2003)

Transfer Türleri

1999

2000

2001

2002

2003

Kurumlara Kat. Payı

3,0

3,5

2,7

1,9

1,0

İktisadi Transferler Ve Mali Yar.

2,5

2,6

3,4

4,5

1,4

Mali Transferler

0,9

1,2

0,6

1,1

1,4

Sosyal Transferler

17,0

11,9

10,0

15,8

18,5

Borç Faizleri

61,7

66,8

73,3

66,8

61,8

Diğer Borç Ödemeleri

7,3

6,0

8,2

8,2

10,3

Fon Ödemeleri

5,7

6,5

2,6

0,3

0,3

Kamulaştırma

0,3

0,4

0,2

0,3

0,3

Diğerleri

1,6

1,2

1,1

1,1

1,6

KAYNAK: T.C Maliye Bakanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, 2004 Yılı Bütçe Gerekçesi, 2005 Yılı Bütçe Gerekçesi

Transfer harcamalarının kendi içindeki dağılımına bakıldığında borç faizleri en yüksek harcama kalemini oluşturmaktadır. Tablo 2 incelendiğinde, borç faizlerinin toplam transfer harcamalarına oranının %61,7’lerden 2002 yılında son beş yıllık dönemin en yüksek payı olan %73,3’e ulaştığı ve 2003 yılında da %61,8 seviyesine gerilediği görülmektedir.

Dünyada bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de sosyal güvenlik ve sosyal güvenlik harcamaları konusu sürekli olarak gündemin ilk sıralarına yerleşmiştir. Sosyal güvenlik kuruluşları olarak adlandırılan Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nun yıllar itibariyle mali dengelerinin bozulması ve artan açıklarla birlikte, konsolide bütçeden bu kuruluşlara transfer yapılması söz konusu olmuştur.[8] Bu transferlerin neticesinde 1999 yılında, transfer harcamaları içinde sosyal transferlerin payı %17,0 düzeyinde gerçekleşmiş; 2000 ve 2001 yıllarında azalırken 2002 yılında tekrar artış göstererek %15,8 rakamına ulaşmıştır. 2003 yılında ise son beş yıllık dönemin en yüksek rakamı olan %18,5 seviyesine yükselmiştir. 1999 yılında yapılan sosyal güvenlik reformuyla; kayıt dışı istihdamın önlenmesi, prime esas kazanç sınırları ile emeklilik yaşının yükseltilmesi, emekli aylıklarının TÜFE’ye endekslenmesi, prim tahsilatının hızlandırılması ve denetimde etkinliğin artırılmasına dönük tedbirler getirilmiştir. Ancak sosyal güvenlik kuruluşlarına aktarılan kaynaklar bütçe açıkları üzerinde halen olumsuz bir etki yapmakta ve kamu bütçeleri üzerindeki mali baskıyı artırmaktadır.

Yıllar itibariyle artış gösteren bir di er transfer harcaması kalemi de iktisadi transferlerdir. 1999 yılında %2,5 paya sahip olan iktisadi transferler, düzenli olarak artış gösterimi ve 2002 yılında %4,5; 2003 yılında da %4,8 seviyelerine ulaşmıştır. Hiç kuşkusuz bu oranların artmasında kamu iktisadi teşebbüslerine (KİT’ler) yapılan görev zararı ödemeleri önemli bir paya sahiptir. Ancak son dönemlerde kamu iktisadi teşebbüslerinin finansman açıklarına yönelik önemli gelişmeler söz konusudur.[9]

Transfer harcamaları içinde özellikle borç faizi ödemelerinin ön plana çıktığını belirtmek gerekmektedir. Özellikle konsolide bütçe içinde faiz ödemeleri ilk sırada yer almakta; sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler, iktisadi transferler ve tarımsal destekleme için bütçeden ayrılan kaynaklar, bütçeden beklenen ekonomik ve mali amaçlara ulaşılması yönünde uygulanacak politikalarda sınırlamalara yol açmaktadır. Bu da bütçenin konjonktürsel esnekliğinin azalması sonucunu doğurmaktadır.[10]

KAYNAKLAR

ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail: Kamu Maliyesi, 3.Basım, Ekin Kitap Evi, Bursa, 2003 .

ÖNDER, İzzettin: Türkiye’de Kamu Harcamalarının Seyri: 1927-1967, .Ü. Yayın No: 1925, İktisat Fakültesi Yayın No: 330, İstanbul, 1974.

ÖZBARAN, M. Hakan: Sayıştay Dergisi, Sayı: 53 Türkiye’de Kamu Harcamalarının Son Beş Yılının Harcama Türlerine Göre İncelenmesi

ÖZEN, Ahmet: “Türkiye’de Transfer Harcamalarının Gelişimi ve Ekonomik Etkilerinin Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C:5, Sayı:1, 2003.

http://ibfclub.net/ders_kamumaliyesi6.htm

http://www.malihaber.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=1569

Gökhan DAĞ- 2005 Bursa


[1] ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail:: Kamu Maliyesi, Ekin Yayınları, 3. Basım (Sayfa 28-30)

[2] http://ibfclub.net/ders_kamumaliyesi6.htm

[3] http://www.malihaber.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=1569

[4] ÖNDER, İzzettin: Türkiye’de Kamu Harcamalarının Seyri: 1927-1967, .Ü. Yayın No: 1925, İktisat Fakültesi Yayın No: 330, İstanbul, 1974.

[5]ERDEM, Metin- ŞENYÜZ, Doğan- TATLIOĞLU, İsmail:: Kamu Maliyesi, Ekin Yayınları, 3. Basım (Sayfa 48-51)

[6] Türkiye’de Transfer Harcamalarının Son Beş Yıldaki Gelişimi (1999-2004)

[7] Öyle ki 2001 yılı itibariyle transfer harcamalarının toplamı 55 katrilyon 981 trilyon 463 milyar, toplam konsolide bütçe gelirleri 51katrilyon 542 trilyon 970 milyar; 2002 yılı itibariyle ise transfer harcamalarının toplamı 77 katrilyon 682 trilyon 555 milyar, toplam konsolide bütçe gelirleri ise 75 katrilyon 592 trilyon 323 milyar olarak gerçekleşmiştir. Son dönemlerde bütçe gelirlerinin tamamı dahi transfer harcamalarını karşılayamamaktadır.

[8] 1994 yılına kadar sadece Emekli Sandığı’na transfer ödemesi yapılmaktayken, bu yıldan itibaren SSK’ya ve 1995 yılından itibaren de Bağ-Kur’a kaynak aktarılmaya başlanmıştır.

[9] KİT maliyetleri içerisinde önemli bir yere sahip olan istihdam giderlerini azaltmaya yönelik olarak çeşitli tedbirler alınmıştır. Personel istihdamının rasyonalizasyonu çerçevesinde 2002 - 2003 yıllarında yaklaşık 60.000 kişi emeklilik veya iş akdi feshi yoluyla sistemden ayrılmıştır. Ayrıca IMF ile imzalanan Stand-By anlaşması gereği yeni borçlanmalara sınırlamalar getirilmiş; eski borçların ödenmesi zorunlu hale gelmiştir. Tasarruf tedbirleri çerçevesinde ise, ayrıcalıklı kişi ve kurumlara uygulanan indirimli ve bedelsiz tarife uygulamalarına son veren 4736 sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir (2005 Bütçe Gerekçesi, 2004:248-254).

[10] ÖZEN, Ahmet: “Türkiye’de Transfer Harcamalarının Gelişimi ve Ekonomik Etkilerinin Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C:5, Sayı:1, 2003.