26 Kasım 2007 Pazartesi

Politika Açısından Bugünün Gençleri

"Çoğumuz biliriz ki Atatürk bu vatanı gençlere emanet etmiştir" cümlesindeki çoğumuz kelimesi bir anlam ifade eder. Bu anlamsa, hepimizin bilmesi gerekeni artık bazılarımızın unutmuş olduğu anlamıdır. Bir genç olarak bunu kaldıramıyor ve yazıya döküyorum.


Her konuda çok bilgili olduğumuzu sanırız, her konuda mutlaka bir şeyler söyleriz; ama iş politikaya geldiği zaman orada durur ölene kadar düşünürüz. Duraksamanın geçici olmamasının sebebi bugünün gençlerinin politikadan soyutlanmış olmalarıdır. Kısacası Türkiye depolitize yaşama artık alışmış durumdadır.

Politik tavır almanın suç olabildiği unsurlar mutlaka olacaktır; fakat bu unsurlarında makul düzeylere çekilmesi depolitizasyonu düşük seviyelere indirecektir. Bu açıdan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nden başka Bursa Nutku'nun da unutulduğu söylenebilir. Artık Atatürk'ün eserleri okunurken, içinde en ufak bir hissiyat uyanmayan gençlerin durumu oldukça üzücüdür.

Gençler belki de ondan önce genç olanlar tarafından depolitize edildiğinden, artık politik tavrını yanlızca seçimlerde gösterebilmektedir veya buna bile tenezzür etmemektedir. Bu ülkenin geçlerinin bu ülke hakkında bir oyu bile çok görmeleri ilginçtir ve yazıktır.

Üniversitelerin siyaset bilimi alanında okuyan (bazı) gençler bile, sırf politikaya bir üniversite okuyabilmek için katlanmaktadırlar. Politikadan tiksinmiş durumda olmak, çoğu için ortak bir özelliktir.

Gerçekleri görebildiği, özümseyebildiği halde buna karşı çıkmayan, vicdanını bu yönde taşa çevirmiş gençlerimiz ne yazık ki bulunmaktadır.

Tüm bunlara rağmen ben bir genç olarak, gelecek nesillerden ve yaşıtlarımdan oldukça umutluyum. Olayların üzerine korkmadan gidebilecek, gerçekleri korkmadan söyleyebilecek bazı gençler tanıyorum ve daha çoğuyla da tanışmak istiyorum. Unutmamak gerekir ki biz bu ülkeyi bizden sonra ki nesillere bırakacak olanlarız. Türkiye'nin bize ihtiyacı var. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


25 Kasım 2007 Pazar

Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi: İslamcı Devletten Kovulan Gençlerin Öyküsü

Yukarıdaki başlığın iki nokta işaretinden önceki kısmının Emin Çölaşan'ın kitabına ait olduğunu düşünebilirsiniz; ama öyle değil. Hepimiz biliriz ki eğitim, işine bir temel oluşturarak başlar ve bu temelin üstüne katlar konulmasına da yardımcı olur. Eğitimden neden bahsettiğimi soracak olursanız hemen cevaplayayım; çünkü bu yazı bir eğitim rezaleti üstüne yazılmıştır.

Kocaeli Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim 8. sınıflara uygulanan Başarı Değerlendirme Sınavı'na (OKS) bakacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bu sınava giren öğrencilerin hepsi iyi bir lisede okumayı isteyen 14 -15 yaşındaki çocuklardır ve bu çocuklar sosyal bilimler alanında yapılan testlerde acayip sorularla karşılaşmaktadırlar. Bu acayip soruları göstermeden bu soruların genel niteliği hakkında bilgi vermek yerinde olur. Söz konusu sorula sosyal bilimler alanında olup, bu soruların adedi 25 tanedir. Bu soruların konulara göre ağırlıklarını ise soruları hazırlayan kurul belirler. Bu kurulun belirlediğine göre 5 adet soru din içeriklidir ve nedense geriye kalan tek bir soruda bile Mustafa Kemal ATATÜRK'ün adı bile geçmemektedir.

Özet olarak bizim buradaki amacımız din içerikli soruların niteliğine dikkat çekmek, bu sorular sonucunda nasıl bir nesil yetiştirilmeye çalışıldığını göstermektir. Ayrıca bu soruları yapamayan gençlerin iyi bir lisede okuma hakkının nasıl elinden alındığını göstermektir. Soruları paylaşacak olursak;

1- Aşağıdakilerden hangisi Allah'ın everenin düzenini ve işleyişini sağlamak için koyduğu yasalardan biri değildir ?

a) Fiziksel Yasalar b)Toplumsal Yasalar c)Biyolojik Yasalar d) T.C. Anayasası

2- Yüce Allah evrendeki düzenin varlığı için her alanda kurallar koymuştur. Biz bunlara "sünnetullah" diyoruz. Buna göre aşağıdaki kurallardan hangisi Allah'ın koymuş olduğu kurallardan biri değildir?

a) Gezegenlerin belli bir yörüngede hareket etmeleri
b) Canlıların üreyip çoğalmaları
c) Gelir dağılımının adil olduğu ülkelerin ilerlemesi
d) Futbol maçında topun taca çıkması

Yukarıdaki iki sorunun da cevabı d şıkkıdır. Soruları ve cevapları yorumlayacak olursak;

İlk soruda; Allah'ın yasalarından bahsedilmektedir. Bir kere bu soru bilimsellikten oldukça uzaktır. Aslına bakarsanız dinsellikle de bağdaşmamaktadır. Dinin kurallarının kesin olması bu sorunun ise yorumsal analize dayanması soruyu dinsel içerikten uzaklaştırır. Soru insanların psikolojikmen yönlendirmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. 14 - 15 yaşındaki çocukların bilinaltına T.C. Anayasası'nın önemsiz olduğu vurgusu sokulmaktadır. Bir kere her toplumsal yasayı da Allah kuralı sayan tek bir kaynak vardır o da Kur'an-ı Kerim'dir ve bu kutsal kitabı Türkiye'nin ceza sistemiyle örtüştürmeye çalışmak laikliğe aykırıdır. Bu kıyaslamanın sebebinin sorgulanması gerekir.

İkinci soruda; nitelik itibariyle birinci soruya benzemektedir. Bu soru üzerinde de düşünecek olursak, sorunun şıklarının tamamiyle saçmalık olduğu anlaşılır. Bir kere gelir dağılımı adil olan ülkelerin ilerlemesi iktisadi bir yasadır ve buna rağmen tartışılmaktadır. Gelir dağılımının düzensiz olduğu ülkemizde o zaman Allah'ın yasalarının geçersiz olduğu sonucunun çıkartılabildiği bu soruda (çünkü nedense gelir dağılımı iyi olmadığı halde ülkemiz ekonomik olarak ilerlemektedir, iktidar bunu savunmaktadır), ayrıca topun taca çıkmasının Allah'ın kuralı olmadığı savunulmaktadır. Soruda her alanda kurallar konulduğu bilgisi verilmişse sporun kendi içinde bir alan teşkil etiği gerçeği nasıl unutulmaktadır.

Sonuç olarak, iyi bir lisede okuyabilmek için bu tarzda din sorularının doğru cevaplanması gerekmektedir. Bu soruları cevaplayamayanlar iyi bir eğitimden dışlanmış, adeta İslamcı devlet yapılanmasından kovulmuş olmaktadırlar. Öğretmenler günü öncesinde bu tarz soruları hazırlayan öğretmenlerin varlığı üzücüdür. Şunu da belirtmek gerekir ki, işini layığıyla yapan öğretmenlerimiz, bu tarz gerici öğretmenler yüzünden zan altında kalmaktadır.


Sorulması gereken soru şudur: "İrtica denilen olgunun da terör kadar tehlikeli ve bölücü bir unsur olduğunu acaba biliyor muyuz ?"

Teşekkürlerimizle, okumadaki sabrınız için...

Not: Bu yazıda bize fikir sağlayan değerli gazeteci Mustafa Mutlu'ya teşekkürü bir borç biliriz.

Gökhan DAĞ - Hüseyin KARA

23 Kasım 2007 Cuma

Şaşırmış İnsanlar Külübü: Gerici Sınıf

Çağdaşlık, en genel anlamıysa çağın gereklerini yerine getirmekse, çağın gerisinde kalmış ya da kalmayı kendisine ilki edinmiş insanlar, ya şaşırmıştır ve/veya bununla birlikte gericidirler. Bu yazıdaki hedefimin de haliyle gericilerdir.

Her fırsatta çağdaşlık dendiği zaman Atatürk'ü örnek gösterdiğimizi söyleyen bu kulübe (okula) karşı yine her zaman bıkmadan, usanmadan bunu tekrarlayacağımı söylüyorum. Türkiye'de gericilik (ve kapsadığı anlamda şaşırmışlık) ilk önce Atatürk'ün yaptıklarını reddetmekle başlar. Bunun sonrası ise bizce kaynaklara aşağıdaki şekilde düşer; ama önce bir özetleme yapmakta fayda vardır.

Kısaca özetlersek, bu kulübün insanlarının gerici olduğunu; çünkü çağdaşlığı reddettiklerini söyledim. Aynı zamanda bu gericiliğin içinde bir şaşırmışlığı da barındırdığını ifade ettim. Şimdi diğer noktalara değinme zamanı gelmiştir ve bende bu fırsatı emin olun ki kaçırmayacağım.

Gericilik denilen kavrayış, çağdaşlığı her fırsatta zedelemeye çalışır. Çağdaşlık için yapılan uygulamalara, şeytan taşlıyormuşcasına sürekli bir taş atar. Bu insanların bir diğer özelliği dini kılıflara kendileri aşırı kaptırmalarıdır. Din denilen olgunun, insanları sürekli düzen içinde tuttuğunu savunur, dine aykırı bir şeyin, ki bu genellikle çağdaşlık olur, tümüyle savunulamayacağını savunurlar. Genel iradeleri bölünmez bir bütündür ve bunda şaşırmışlıklarının payıda büyüktür.

Demokrasi denilen ideolojinin verdiği hakları benimseyen, herkesin her istediğini konuşabileceğini savunan bu insanlar, görüldüğü üzere işlerine geldikleri alanda çağdaşlığı en büyük dost sanarlar ve bu anlamda da kendi paradokslarında boğulmuşlardır. Demokrasi Antik Yunan'da başlamış olabilir ama kesinlikle ideallerle ilerlediği için çağdaştır ve birçok yönden de (mesela dini anlamdan) birçok eleştiriye uğramıştır. Peki "Gerici Sınıf" nasıl bir sınıftır ?

Gerici sınıf işte böyle bir sınıftır: İşine geldiği zaman çağdaşlığa sıkıca bağlı, işine gelmediği zaman çağdaşlığı sonuna kadar reddeden. Bu reddedişte aslında gericiliğin tam anlamıyla şaşırmışlık olduğunu gösterir ki, biz şaşırmış insanlara pek güvenilmemesi taraftarı olduğumuzu burada sonuna kadar haykırırız. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


22 Kasım 2007 Perşembe

Türkiye'nin Son Yıllardaki Seçmen Analizi ve Yönetenler

Seçmen, seçim işini gerçekleştiren kitledir ve bu kitle demokrasinin öznesidir. Seçmenden ne anladığımızı söyleyecek olursak, bizde Giovanni Sortari gibi seçmenden sınırlı çoğunluğu benimsemiş bir halkı anlıyoruz; fakat halkımızın bunu ne kadar benimsediği konusunda da şüphelerimizi eksik etmiyoruz.


Sınırlı çoğunluk; salt çoğunluğun, gücünden doğmuş bir kavramdır ve bu kavram sınırsız (salt) çoğunluğun sınırlandırılması görüşünü savunur. Yani belirli bir nüfüs içindeki büyük sayının sınırsız karar verme yetkisini yadsır. Ona göre olması gereken azınlık (ki bu azınlık aslında garip bir şekilde fazlalıkta olabilir) haklarıyla sınırlandırılmış bir çoğunluk sistemidir.

Türk seçmeni de pek tabii ki bir çok devletin seçmeni gibi sınırlı çoğunluk ilkesinin değerini yadsır. Yadsıyanlarda nedense azınlıkta kalanlar değil çoğunlukta olanlardır; fakat unutulmaması gereken demokrasinin azınlıkları çoğunluk haline getirebilecek bir sistem olmasıdır.

Türk seçmeni (bu yazıda diğer devletlerdeki benzerlerini unutarak) sınırlı çoğunluk ilkesini bizce bilgisizlikten yadsıyabileceği gibi, bunu bilgililikten de yadsıyabilir. Yani bilip de bilmemezlikten gelebilir ve bu hiç bilmeyenden daha tehlikeli bir seçmen kitlesidir.

Kısacası Türk Seçmeni bu ve benzeri bir çok konuda bilgisizdir veya bilgilidir. Türk seçmenini belli başlı birkaç gruba ayırabilmek mümkündür. Bunlar;
  1. Siyasete ilgisiz kalmış ve bu ilgisini arttırmaya sıcak bakmayan eğitimsiz kesim
  2. Siyasete ilgisiz kalmış fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimsiz kesim
  3. Siyasete ilgisiz olan ve bunu arttırmayı düşünmeyen eğitimli kesim
  4. Siyasete ilgisiz olan fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimli kesim
  5. Siyasete ilgili olan eğitimsiz kesim
  6. Siyasete ilgili olan eğitimli kesim
  7. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimsiz kesim
  8. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimli kesim
  9. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimli grup
  10. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimsiz grup
Bu sınıflandırmayı yaparken, çok dikkatli davranmadım (ilginin ölçüm değeri olmadığını bilmek herhalde ki pek zor değildir); sebebi ise bu kadar çok grubun elbetteki siyasi (politik) anlamda yanlışlar yapabileceğidir ve bu yanlışları en büyük oranda giderme görevi de son tahlilde çoğunluğun seçtiği, yönetenlerdedir.

Yönetenlerin davranışı ise bir başka yazımınız konusu olmaya değecek kadar uzundur; fakat biz burada kısa keserek ve Sartori'den alıntılar yaparak diyebiliriz ki, (1) özgür bir kamuoyu için öğreti aşılamayan bir eğitim sistemi ve (2) etki ve haber merkezleri birden çok ve değişik olan genel yapı gerekir.

Bu genel yapı ise çoğunluk yönetiminin sınırlı olmasını istemeyen yönetimlerce sürekli geri planda kalır ve bu üstesinden gelinmesi gereken bir sorundur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


16 Kasım 2007 Cuma

17 Kasım 2007'de Gündeme Dair Hissetiklerim


Türklere bakış açısı, diye bir açı vardır ve bu açının derecesi, iletkiyi elinde tutana göre değişir. Osmanlı'dan önce, Osmanlı'dan sonra hatta Osmanlı döneminde bile Türklerin Türklere bakış açısı sorgulanmıştır. Bu ise kendi içinde bir korkar olmuşluğu barındırır.

Biz hiç çekinmeden, dağda yaşamayı alışkanlık haline getirmiş insan ziyanlarıyla diplomasi kurduğumuzdan beri, zannedersem bizim Türkmenlere bakış açımız da değişti. Türkmen Liderini ülkemize almaz olduk, bunu buradan çıkartabiliyorum.

Biz bu aralar Cumhurbaşkanı ve (Cumhurbaşkanı'ndan Sorumlu) Başbakan'ın yaptığı otel ziyaretine alışır olduk. En yüksek oyu aldılar diye modern diktatörlük uygulayanlara, biz bugün bir şey söylemekten korkar olduk.

Ata'mızın Bursa Nutku'nu biz bugün unutur olduk. Günü kurtarmak için geleceğimizi tehlikeye atar olduk.

Biz bugün, 13-14 kişinin liseye giden bir kızımızı kaçırıp tecavüz etmesine sessiz kalır olduk.

Biz bugün kendi isteğimizle Kuzey Irak gibi bir yere giremez olduk.

Biz uzun zamandır eğitim sisteminin iyileştirilmesi gerektiğini unutup, yine bugün olduğu gibi türbanı konuşur olduk. Türbanı İslamı'ın 5 şartından biriymiş gibi gösterip dine küfrettik.

Biz bugün, önceden suçlanmasına rağmen beraat etmiş bir Mehmetçiğe, Hukuk Devleti ilkelerini çiğneyerek hain dedik. Biz bugün, ölseydi, Bayrağa sarılı gelecek olan o Mehmetçiğe (üstüne siyasi parti propagandasını yapacağımızı bile bile) hain dedik.

Biz bugün Milli Piyango Genel Müdürü'nü öldüren adamın neden onu öldürdüğünü sorguladık; fakat oraya nasıl silahla girdiğini bir kez bile gündeme getirmedik.

Biz bugün Avrupa Birliği için diplomasi yaparken, uyum için gerekli olan Millietvekili Dokunulmazlıklarının kaldırılmasının gündemde olmadığını gördük.

Biz bugün, Atatürk'ü her zaman olduğu gibi yine yanımızda görmek ister olduk.

Biz Cumhuriyet Mitingleri'ni (Parti Propagandası Yapılmamış Olmasına Rağmen), Başbakanımızca dışlanan insanları tekrar meydanlarda görmek ister olduk.

Biz bugün laikliğe küfür eden; ama şimdi laik geçinen siyasilere nasıl inandığımız anlamaz olduk. Bunu kabullenir olduk.

Biz bugün, Kuzay Irak'a girip girmeyeceğimize (ne hikmetse referandumdan önce) Bush değil Yüce Meclis karar verir diyipte sonra onun ayağına gidip izin isteyen siyasetçilere yine göz yumar olduk. Biz bir ara yine ne hikmetse 22 Temmuz'dan önce Bush'a Nato verip diklenen Sahte Kasımpaşa delikanlıları gördük.

Biz bugün A.B.D. Başkanı Bush'a, bizim Başkanımızmış gibi Başkan Bush diyenlere sesimizi çıkartamaz olduk.

Biz bugün yine ağzımızı kapatmadığımız için ölüm tehditleri aldığımızı unutmaz olduk. Biz yarın belki yine, bugün olduğu gibi, ölüm tehditleri aldığımız için gurur duyar olacağız. Teşekkürlerimle...

Gökhan DAĞ


14 Kasım 2007 Çarşamba

Küçük Düşürücü Bir Politika Örneği

Bu yazı yazıldığında utanıyordum. Bu yazıdan sonra da hala utanıyor olacağım. Olayın boyutlarına değinmeden önce şunu belirtmek gerekir; siyasal statü bazı durumlarda sosyal statünün önüne geçer, geçmelidir. Bir işletme müdürü nasıl ki gidip kendinden yaşça büyük olan bir çalışanının elini öpmüyorsa (burada ahlaksal düşünmemek gerekir, örf ve adeti işin içine sokmaksa bir o kadar yanlıştır), bir devletin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, hatta bu mevkilere yakın bir kişilikte bu şekilde davranmalıdır.

Türkiye'ye özgü bir özelliği olan politikacılar, politik propagandalarını yaparken, neredeyse halkın ayaklarının altını öperler; ama ne hikmettir ki istediklerini aldıklarında ayaklarını öptükleri halkı ayaklar altına alırlar. Geçtiğimiz günlerde de bunun çok net bir örneği verilmiştir.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah (Efendi) ülkemizde, sanki bizim ülkemizin kralı olarak karşılandı, ki bizim ülkemizde krallık denilen bir kavram hiçbir zaman var olmamıştır. Kraldan çok kralcı bir yapıya büründüğümüz (herkesi katıyorum sonuçta o şahıs herkesin başbakanı, herkesin Cumhurbaşkanı - kovulmak istemeyiz ülkemizden) geçen haftada bir politik skandala imza atılmıştır.

Resimde de görüldüğü üzere, BİZİM (Cumhurbaşkanından sorumlu) Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız, Suudi Arabistan Kralı olan Hazreti ortalarına almışlar, o kral bozmasının resmi altında oturmuşlar. Yüzünden gülücük eksik olmayan Cumhurbaşkanımız yine gülerek, kralın otel odasında. Resmin her yerinden hiyerarşi akıyor. Bu resim bir saygısızlıktır. Eski Başbakanlarımızdan rahmetli Bülent Ecevit, Amerika Başkanı' nı karşılarken yaşlılığından sendelediğinde, Başbakanımızı rezil etmiştik. Şimdi ülkemizin bugün ki durumuna bakın.

Otel odasında ziyaret edilen Suudi Kralı'na hediye olarak, Devlet Şeref Madalyası takılmıştır. Bu insan kimdir ve neden şeref madalyası takılmıştır ? Bu konudaki kanun hükmü açıktır: "Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru birlik ve beraberliği içi yurt içinde ve yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlılık gösteren kişilere..." Devlet Şeref Madalyası verilebilir. Bu Kral, bunlardan hangisini yapmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush'a, kısa olsun diye (sanki bizim Başkanımızmış gibi) Başkan Bush diye hitap eden, Devlet Büyüklerimiz bu Kralı da resmen bizim Kralımız ilan etmişlerdir.

Gelen tepkiler üzerine BİZİM Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Suudi Kralı'nın yaşı yüzünden yanına gidildiğini (Yazının başında verdiğim kısa anekdotu hatırlayın lütfen) söylemişlerdir. Peki Ben Cumhurbaşkımıza soruyorum. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in neden ayağına gidilmemiştir , Şimon Peres Arap Kralı olan, pirinci elle yiyen bu insandan büyük değil midir?

Cumhurbaşkanlığı Makamı bu devletin en üst makamıdır. Dış İşleri Bakanlığı'nı devam ettiriyor olsa bile, bu şekilde davranmaması gereken bir siyasi elit Cumhurbaşkanı iken nasıl böyle davranabilmiştir.

Gelen tepkiler üzerine köşk, bu şekilde bir davranışın usulde var olduğunu söylemiştir. Peki bunu kabul edelim. O zaman bir soru soralım bu usul neden başkalarına uygulanmıyor ? Bu soruya da köşk, Suriye Devlet Başkanı'na da bu şekilde davranıldığını söylemiştir. O zaman Suriye Devlet Başkanı sanırız ya yaşından oldukça genç gözükmektedir ya da nüfusa büyük yazılmıştır. Yoksa her iki Devlet Başkanı da Müslüman diye mi ayaklarına gidilmiştir ?

Son bir şey, eğer bu adam ülkemize yatırım yapacağı için ayağına gidildiyse, söylemek gerekir ki; Devlet onuru parayla satılmaz.

Gökhan DAĞ


10 Kasım 2007 Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasi Türkiye

Çoğu çevrelerce bilinmediği üzere Türkiye Cumhuriyeti 2. Dünya Savaşı'na katılmış bir ülkedir; fakat biz burada Türkiye'nin söz konusu savaşta yaşadığı dış politik gelişmelere değil (dış borçlanma hariç), iç politik meselelere değineceğiz. Savaş öncesi ve sonrası politik gelişmeleri ise çok partili hayata geçişten öncesi ve sonrası olarak irdeleyeceğiz.

Savaştan önceki yıllarda, daha Atatürk hayattayken Türkiye Sevr Antlaşmasına oranla daha çok kabul edilebilir bir Antlaşma olan, Lozan Antlaşması'na imza atmıştı. Bu antlaşma esnasında, istediklerini alamayan Batılı Devletler, istediklerini içeren bir belgeyi ellerinde tutmuşlar ve Türkiye'nin er ya da geç kendilerine muhtaç olacağını ve Lozan'da alamadıklarını o zaman alacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine Türkiye, elinden geldiğince kendi olanaklarıyla yetinmiş ve söz konusu batılı devletlerin kapısını hiç çalmamışlardı. Bu durum Türkiye'nin uluslararası arenada güçlü bir devlet olarak anılmasına yol açacaktı.

10 Kasım 1938'den kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı'nın, 1. Dünya Savaşı'ndan beri atılmaya devam eden çimentosu kurumaya başladı. Atatürk'ün ölümünden sonra, Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü savaşa girmemeyi düşünmüş; fakat kendisini ekonomik kısıtlamalarla sağlama almaya çalışmıştı. Bu dönemde tasarruf politikaları izlenmişti. Üstelik bu politikalar halkın büyük tepkisine rağmen yapılmıştı.

Savaşın sonlarına doğru aynı dönemlere rastlayan, çok partili hayata geçiş döneminde, CHP o zaman ki tasarruf politikaları sebebiyle iktidarını Demokrat Parti'ye kaptırdı. Demokrat Parti Halkçı, Köylücü, söylemleriyle, CHP'nin tasarruf politikasını eleştirdi. Nihayetinde DP İktidarı Türkiye'nin geleceğini belirlemeye başladı. DP iktidara geldiği zaman tasarruflarla birikmiş bir devlet hazinesinin sahibi oldu. Gerçekten de halk ne istediyse yaptı; çünkü elinde mükemmel bir kaynak vardı: "Savaş korkusuyla tasarruf edilmiş bir yığın para ve altın".

Halkın her istediğne iktidarı kaptırmamak için evet diyen DP iktidarı bir süre sonra kasanın boşaldığını görünce, dış borç almaya başladı. Halkın istekleri sınırsızdı; fakat devlet kasası sınırlıydı. İşte tüm bunlar dış borçların alınmasını gerektirdi. Alınan dış borçlar sonrası Batılı devletlerin Lozan'dan bu yana sakladıkları istekler gün ışığına çıkmaya başladı.

Sonuç olarak bugünün Tükiye Cumhuriyeti'ne o zamanın koşullarını dikkate alarak bakmak gerekir. Artık Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Irak gibi bir coğrafyaya dış güçlerin isteğine göre girip girmeme kararını verecek bir ülke olmuştur. Burada kesinlikle DP politikalarını suçladığımız düşünülmesin; fakat bu durumun başlangı olarak DP sayılabilir. Sorun aslında daha çok başlangıcı yapan da değil, bu durmun devam etmesine göz yumanlardadır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ





6 Kasım 2007 Salı

ABD Neden Türkiye'nin Yanında, İçinde ve Dışında ?


Coğrafi bakımdan birbirlerine bu kadar uzak, ama politik bakımdan bu kadar yakın işbirliği içinde olan ülke sayısı her halde çok azdır. Azın içinde bulunan bir ortaklıkta, (!) ABD - Türkiye ortaklığıdır. Bunda Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ile Rusya arasındaki sınır yakınlığını bildiğinden Türkiye ile yakın temaslar içinde bulunmaktadır. Bu ve benzeri bakımlardan ABD, Türkiye'nin yanındadır. Kısacası bölgede (ve dünyada) önemli bir askeri güce sahip olan Türkiye, ABD'nin bir anlamda işbirlikçisidir. Bu da Türkiye'nin ABD'ye anlamsız bir şekilde güvenmesine yol açar. Tabii bunda ABD'nin süper güç olarak gösterilmesi de yadsınamaz bir diğer gerçektir.

Kısaca kapital sistemin işleyişinden bahsetmek, az sonra değineceğimiz konuyu açıklamada bize yardımcı olacaktır. Kapitalizm şu anda uluslararası ekonomik sistemin temelin oluşturur. Kapitalizmin ne kadar adaletli bir ekonomik sistem olduğunu burada tartışmadan söylenebilir ki, uluslararası ekonomik sistemin dışında kalan devletler yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır (Sosyalist Rusya gibi). Ayrıca kapitalist sistem genelde özel (ve istenilmese de belli oranlarda kamusal) yatırımlar sayesinde işler. Doğal olarak ki, yatırımı yapacak özel kesim, yatırımlarını güvenli bir ortamda yapmayı tercih eder. Güven ortamının olmadığı; yani siyasi ve askeri istikrarsızlığın yaşandığı yerlerde kapitalist sistem varlığını yitirir. Bu da uluslararası ekonomik sistemden bir sapmayı ve tehlikeyi işaret eder.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanları zihnimizde tuturak ve olayı sadece Türkiye'nin doğusuyla ilişkilendirerek şunları söyleyebiliriz;
  1. ABD, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşanmakta olan terörü desteklemektedir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ağırlığını (uluslararası ekonomik sistemden sapmamak için) bu bölgelere verecek ve gücünün önemli bir kısmını hem ekonomik hem de politik olarak bu bölgelere aktaracaktır. Bu da Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek gücünü bulmasını engelleyerek ABD'ye bağımlı hale gelmesine yol açacaktır.
  2. ABD, bölgede var olan karışıklığı gidermede Türkiye'ye zorluklar çıkartmaktadır. Sınır ötesi operasyonu engellemek ve benzeri tutumlar, ABD'nin bölgede karışıklığın devam etmesini istediğini gösterir. Bu hem bölgenin güvenlik seviyesini düşürecek hem de ABD'nin PKK denen örgüte bedava verdiği silahları Türkiye'ye para karşılığı satmasına neden olacaktır. Bir başka ifadeyle ABD, terörü destekleyerek Türkiye'ye askeri ürünlerini satacaktır. Silah üretmekten aciz olan Türkiye ise bu durumda ABD'ye bağımlı kalmaya devam edeektir.
  3. ABD, Türkiye tarafından kendisine kullandırılan İncirlik Üssü sayesinde bölgede piyonlarını rahatça hareket etme serbestisine sahip kılınmıştır. Bu da ABD'ye bağımlılığın bir başka göstergesidir.
  4. Türkiye bilindiği üzere Misak-ı Milli çerçevesinde, bazı yerlerin idealini kurmaktadır. ABD bu ideallern gerçekleşmemesi için bölgede bulunan düşman grupları desteklemektedir.
  5. Türkiye'nin bir diğer doğu sorunu Ermenistan'dır. İki günde bir Ermeni Sorunu'nu meclisine taşıyan ABD,Türkiye Cumhuriyeti'nin konuyla meşgul olmasını sağlayıp, bölgede iç huzursuzluk yaratma peşindedir. Huzursuzlukta hatırlanacağı üzere kapitalist sistemin çarklarını kırar.
  6. Bilindiği üzere Marmara Bölgesi Türkiye'de var olan yatırımların neredeyse tamamını oluşturur. Bölgenin güvenli olmasının bundaki payı büyüktür. Bu yatırımlar Türkiye'yi büyük ölçüde beslemektedir; fakat unutulmaması gereken nokta, bu insanların da bir yerden sonra isyan bayraklarını çekeceğidir. Çünkü yatırımı yapan kesim verginin de büyük bir bölümünü ödeyen kesimdir. Bu sebeple bu kesim, Doğu'da yatırımların olmasını istemekte; fakat güvenlik sorunu yüzünden gerçekleşmeyen yatırımlardan dolayı huzursuz olmaktadır. Bu da ABD'nin iç karışıklığı arttırıcı bir etki yaptığının göstergesidir.
Yukarıdaki maddeleri pek tabii ki arttırmak mümkündür; fakat biz yazımızın uzunluğunu makul tutma açısından burada sadece bunları vermekle yetineceğiz. Yetindiğimiz bu konu ABD'nin neden Türkiye'nin içinde olduğunun bir göstergesidir.

ABD Türkiye'nin neden dışında sorusuna ise kısa bir cevap vermek mümkündür. Petrol, BOP, içerideki düşman grupları dışarıdan da destekleme, geleceğin genç nüfusuna sahip en büyük devletine yakın olma.

Sonuç olarak; ABD'de Türkiye'nin hem yanında (!) ve içindei hem de dışındadır. Tüm bunlar ise aslında ABD'nin birçok faktörden Türkiye Cumhuriyeti'nin üstünde olmasından kaynaklanır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...


Gökhan DAĞ








4 Kasım 2007 Pazar

Ülkücülük Nedir, Ne Değildir ?

Başlıkta yer alan makale şu adreste yer almaktadır. http://delikurt.wordpress.com/2007/02/01/ulkuculuk-nedir-ne-degildir/ Bu başlıkta yer alan makaleyi okumak ve makaleye verdiğim cevabı görmek için söz konusu adrese bakabilirsiniz.

Gökhan DAĞ