29 Aralık 2007 Cumartesi

Nurettin Demirtaş ve Türk Askerliği

Nurettin Demirtaş, DTP'nin, tutuklu Başkanı olarak, avukatları aracılığıyla tutukluluğunun iptali için mahkemeye başvurdu; fkat mahkeme söz konusu başvuruyu reddetti. Bu Demirtaş'ın bir süre daha tutuklu kalacağına işaret ediyor.


Hatırlancağı üzere söz konusu insan (ziyanı), çürük raporu aldığı için, askerlik hizmetini yerine getirmemişti. Yapılan kontroller sonucu (bunun), askerliğe engel teşkil edecek bir durumu olmadığı anlaşıldı. Zaten Türk Askerine karşı bir mücadele içinde olan bir grubu desteklersen askerlikten kaçmak için elinden geleni yaparsın (sakın ola ki Sayın Başbakanımızın biricik oğlu bu durumda akıllara gelmesin).

Türk Askeri olmak büyük bir şereftir. Atalarımızın uğruna canını verdiği bu toprakları korumak herkese nasip olmaz. Çürük olduğu halde çürük raporunu gizleyen, sonrasında kalbi delik olduğu için, daha fazla bu görevi sürdüremeyen şehitlerin, mekanı Türk Askerliği olmuştur. Zaten Nuretin Demirtaş gibi (mahlukatlar), askerlik görevine layık değillerdir.

Benim bu konuda şöyle bir önerim var. Eğer bu insan(a benzer vatandaş), illa ki askerliğe alınacaksa, PKK ile savaşa gönderilsin. Bakalım destek verdiği bu grup onu kaç dakika da mermi yuvası yapıyor biz de görelim. Kimse bu ülkenin vatandaşlarıyla alay etmesin. Önce dağda silahlanıp eğitim göreceksin, kocanı oralarda bırakıp insana benziyeceksin bir de üstüne üstlük dokunulmazlık zırhıyla bizle alay edeceksin. Kimden bahsettiğimi herkes çok iyi biliyor ve bu insanlar nedense hala mecliste duruyor.

Bu yazıyı yazdığım için hakkımda belki soruşturmalar açılacak, belki de hapis yatacağım; ama ben yinede bu ülkenin yüksek merciilerinden yardım istemeyeceğim. Oturup hapiste bu durumu nasıl düzeltebilirim onu düşüneceğim.

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ



25 Aralık 2007 Salı

Halk - İktidar Talepkarlığı

Halkın, seçimlerde sorunların neler olduğunu belirleyemediği sadece sorunları belirleyecek olanları seçtiği bir yönetim modeliyle yönetiliyoruz. Bu yönetim modeli, bu haliyle bile bir takım talepler yaratır. Sorunları belirleyenler, bu talepleri göz önünde bulundurmadıkları takdir de, bulundukları konumu kaybederler ve bu bir bakıma kullanıp atmayı da çağırıştıran ince bir çizgidir. Ben bu yazımda söz konusu çizgiyi kalınlaştırabilmeyi umuyorum.

İktidarlar var olan sorunları belirlerken, bu sorunların propagandasından yola çıkarak iktidarı elde etmeye çalışırlar ve bunu da başarırlar. Kısacası seçimlerden önce sorun belirleme görevi partilerindir ve partilerin de varlık mücadelesi iktidar içindir. Bu iktidarın ise, sorunların çözüm yöntemlerinin halka anlatılmasıyla ve halkın da bu yöntemlere oy atmasıyla geleceği şüphe götürmez bir gerçektir (!). Ben bu paragrafta anlattıklarımın Türkiye'de şüpheli olduğunu düşünüyor ve yazımı da bu şüphe doğrultusunda şekillendirmeyi umuyorum.

Türkiye'de partiler her seçim döneminde benzer söylemlerle ortaya çıkarlar ve iktidar olanlar bile bu söylemleri gerçekleştirme isteğinde değildir; çünkü iktidarlar çözdükleri sorunların yeni bir propaganda aracı yapılamayacağını iyi bilir. İktidarların sınırlı da olsa çözebildikleri sorunlar, halk tarafından memnuniyetle karşılanır ve halkın mevcut iktidara oy verme serüveni devam eder. Ben burada halkçı biri olarak, halkı rasyonel düşünmemekle suçluyorum. Eğer iktidar olmuş olan bir parti, çözdüğü sorun üzerinden siyaset yapmaya devam edecekse bu partiye en çok bir dönem oy verilmelidir. Fazlası çözümden çok çözümsüzlük yaratacaktır. Yani çözülen sorunların çözüldükleri için en fazla bir dönem değeri olmalıdır. Aşağıdaki paragrafta bir örnekle açıklarsam;

AKP Türban sorununu çözeceğini söyleyerek oldukça yüksek bir oy almıştır. AKP türban meselesini eğer çözerse, bu sorunu çözdüğü için halkın ondan bu konuda beklentisi kalmamalıdır. Eğer türban meselerine odaklanmış halk, bu konunun tekrar çıkmaza gireceğini düşünüyor ve bu yüzden AKP'ye oy atmaya devam ediyorsa, bu rasyonel seçim olmayacaktır; çünkü başka sorunlar sürekli artmaya devam edecektir. Belli sorunlara odaklanmış bir iktidar boş bir iktidardır ve aslında meşruluğunun da o sorunlardan ibaret olduğunu unutmuştur. Geleceğinin tehlikede olduğu gerçeği bariz bir şekilde bellidir.

Türkiye'de ise durumlar tam tersi yönde işlemektedir. Sorunlara çözüm önerilerini papağan gibi yineleyen partiler, her seçim döneminde aynı politikalarla iktidara oynamaktadırlar. Halk buna karşı bilinçsizdir. Halkın iktidardan talep ettiği çözümleme olmasa bile halk halen bu talebini sürdürmeye devam etmektedir. İktisadi konuşacak olursak, soruna arz olmamasına rağmen, talep devam etmekte bu da bir (siyasi) enflasyon yaratmaktadır. İktidarlar ise enflasyonu dindirmek için ne arzı arttırmayı ne de talebi dindirmeyi düşünürler. İşte siyaseti, iktisattan ayıran bu mantık, Türk siyasetinde de bir çöküşü simgelemektedir.

Gökhan DAĞ


15 Aralık 2007 Cumartesi

Anlamlandırması Güç Güçler

Türkiye bağımsızlık savaşını birçok ülke gibi sadece başka devletlere karşı yapmadı, kendi içindeki bunalımları da dindirmek zorunda kaldı. Ayrıca sadece Amerika gibi bir tek devlete üstünlük sağlamadı, birçok cephede olumlu kazanımlarla ülkesini adeta yoktan var etti. Geçmişe mazi diyenlerin arttığı, bir başka ifadeyle tüm bunların görmezden gelinir olduğu bir memlekette artık güçlerini nereden aldıkları belirsiz olan, daha doğrusu belirgin olanda gizli olan bir takım güçler meydana geldi. Bunları irdelemekte fayda görüyorum.


Türkiye şu an iki ana büyük tehlike ile karşı karşıyadır ve bu iki ana büyük tehlikenin ortak özelliği Türkiye'nin rejimine odaklıdır. Söz konusu tehlikeler ise irtica ve terördür.

Hiç kimse; ama hiç kimse irtica tehlikesi yok diye karşımda durmasın; çünkü bu tehlikenin varlığı aşikardır. İrtica modern Türk devletinin önünde duran kara bir lekedir. Türkiye şeriata doru sürükleniyor ve Atatürk'ün ülkesini emanet ettiği gençlik bunları Kur'an Kursu'ndan izliyor. Dünyadaki cami sayısından fazla camiyi barındıran ülkemiz, camileri dinsel gereklerini yerine getirmek için değil, irtica adına bir kale niyetiyle kullanıyor. İmam sayısının mühendis sayısından, imam sayısının doktor sayısından fazla arttığı ülkemiz kaos ortamına doğru sürüleniyor. Kemalistler gittikçe güç kaybediyor. İrtica olgusunu Allah'a sığınarak gerçekleştirdiklerini iddia edenlerin arkadasından nedense tarikat liderleri ve emperyalist güçler çıkıyor ve bunları cennet yolu için bir kazanım zanneden insanlar siyasi bir güç halini alıyor. Gençlik ilgisiz, ne yaptığını bilmeden yaşıyor. Karşısına çıkan güçlüklerle mücade ederken ülkesini irticaya ve teröre kurban veriyor.

Üniversiteler niteliksiz, eğitim ayaklar altında sürünüyor. Birçok eğitmen kendini yaşananlardan soyutlamış, gününü kurtarma uğraşında yaşıyor. Ülke adına gerçekleştirilen eylemlere katılmıyor, haksızlığa karşı dur demiyor. Kibirle öğrencisine bakan zihniyet, öğrencisiyle adeta alay ediyor. Gençlik gerçeklere yönelmeye vakit bulamıyor; çünkü abuk sabuk gerekçelerle öğrenciler başka yerlere yönlendiriliyor. Yurt dışındaki, sahibi belli okulları övmek, üniversitelerin durumunu görmezlikten gelmekten de önde gidiyor.

İkinci büyük tehlike terör. Meclisin içinde var olan yapılanma teröre davetiye çıkarıyor ve kimsenin buna diyecek gücü ne yazık ki bulunmuyor. Demokrasinin yüce kudretini işine geldiği gibi yorumlamak herkesin işine geliyor. DTP adında kurulmuş, kendini demokratik hak arıyor sayan grup, halkın desteğiyle mecliste bulunduğunu söyleyerek meşru bir zemin yaratıp bayrağa ihanet ediyor. Utanmadan halkla alay ediyor, dokunulmazlık zırhını kaldıramayanlar yüzünden kendilerini bir şey sanıyorlar. Ülkemin, evlatlarını şehit edenlere destek sağlıyor, şarlatan gibi etrafta dolaşıyorlar. Atatürk'ün bulunduğu salonda nefes alıyorlar.

İlginç olan sonuç ise bu irtica ve/veya terör yanlısı insanlar güçlerini halktan alarak meşrulaşıyorlar. Halk ülkesini korumak isterken ülkesini ateşe atıyor ve nedense bunu umursamıyor. Bilinçlenmek şart. Ayrıca bu güçlerin arkasında tarikatler ve emperyalist güçlerin de varlığı yadsımak halka haksızlık olur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ





11 Aralık 2007 Salı

Yeni YÖK Başkanı, Türban Yasağı, Bilimsellik ve Türkiye

Saygın Anayasa Hukuku Profesörü Erdoğan Teziç, YÖK'teki görev süresi dolduğu için yerini Sosyolog Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'a bıraktı. Yeni YÖK Başkanı'nın eşinin başı açık olduğu için tartışma bu seferde Sayın YÖK Başkanı'nın türbanla ilgili konuşmalarına kaydı. Ben kendisinin türbanla ilgili söylediği şeyleri şimdilik arka plana iterek basının karşısına ilk çıktığı andan bahsetmek istiyorum.


Sayın YÖK Başkanı, basına iki temel vizyonu olduğunu söyledi. Bunlar;
  1. Üniversitelerdeki tüm yasakların kalkması
  2. Üniversitelerin asli görevleri olan bilimselliğe yönelmeleri
Türkiye Cumhuriyeti'ni bu iki temel vizyon üzerinden değerlendirecek olursak; Birincisi yasaklar konusudur. Türban konusunda şimdilik konuşmayacağımı söylemiştim; fakat Türkiye'de türban konusunu şimdilik konuşmamak ancak buraya kadar mümkün olabiliyor. Üniversite ve yasak kavramları bir araya geldiğinde hemen türban yasağı aklımıza düşüyor. Demek ki Sayın Özcan, türban yasağına karşı olduğunu ilk fırsatta dile getirmiştir. Kendisi üniversitelerde bu yasağın kalkmasının türbanı azaltacağını söylemektedir; fakat bugünün Türkiye gerçeği, türbanın 4 yıl öncesine göre kullanımının 4 kat arttığını göstermektedir. Hem kural koymaya yetkisi olmayan bir kurum başkanının açık açık türbanın kalkacağını söylemesi de hayret vericidir. Bu konuda şu an söylentiler mevcuttur ve ortada kesin bir şey yoktur. Bir rektör söylediklerini tartmasını bilmelidir.

Başka yasaklara yönelerek bıkkınlık, sıkkınlık getiren türbandan uzaklaşma derdindeyim; fakat bu uzaklaşmanın nereye kadar süreceğini inanın bilmiyorum. Tüm yasaklar demek ne demektir , mesela kopya çekmek, okula silah vb. ile girmekte bir yasaktır ve bunlar da mı kalkacaktır ?

İkincisi, üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe yönelme vizyonudur. Din ve bilim çoğu zaman bir çatışma içinde olduğundan, dini öğeleri üniversitelere sokarak hangi bilime ulaşabileceğimizi zannediyoruz, bunu merak ediyorum. Dini öğelerden kastımsa kesinlikle sadece türban değildir. Türbanlı olup da rejime karşı olan gerici zihniyettir. Gördünüz işte yine o bıkkınlık, sıkkınlık veren konuya girmiş bulundum. Bilimsel olma iddiasında olmak göreve başlandığı ilk anda yasakların kalkacağını söyleyerek mi olmaktadır ?

YÖK Başkanı Sayın Özcan'ın üniversitelerin asli görevini sürdürtme vizyonu bizce doğru bir tespittir; fakat ilginç olan bu tespitin ikinci sırada yer alan bir tespit olmasıdır. Bu durumda da kimse kusura bakmasın; ama zihniyet bellidir.

Türkiye kadrolaşmanın acı yüzüyle karşı karşıyadır. Artık hukukçularımızı da Adalet Bakanlığı mülakatla seçeceğinden, dışlananlara gösterilen yol belli olmuştur. Mesela ben şu anda çok iyi biliyorum ki, idari hakim olmak istesem, gerekli şartları da yerine getirsem, iktidarı eleştirdiğim için bir hukukçu olamayacağım. Ne desem ki sağlık olsun. Teşekkürlerimle, okumadaki saygınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ


6 Aralık 2007 Perşembe

Çekişmeci Politika ve Türkiye

Bernard Crick, 'In Defence of Politics' adlı kitabını 1964 yılında yayımlarken politikaya kendince bir tanım yapmıştı. Tanımı Münci Kapani'nin Politika Bilimine Giriş adlı kitabından aktarırsam; Politika, belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması faaliyetidir denilebilir.

Bernard Crick'in bahsettiği çatışma, uzlaştırma öncesi bir durumdur ve uzlaştırma burada çatışmayı çekişmeci bir anlayışa sokar. Unutmamak gerekir ki hiçbir iktidar tam anlamda bir uzalaşmadan yana değildir. Siyasi iktidarın uzlaşması çoğunlukla (yani zor zamanları dışında) kendisine yakın yerlerde durur. Bundan önceki yazımda dinsel objelerin çatışmasının politikaya yansımasından bahsetmiş ve politikanın bu durumda var olması gereken çekişmeci yanının bir çatışmaya dönüştüğünü belirtmiştim. İşte Türkiye tam da bu dönüşümün üzerinde yer alır ve burada konaklamaya da halen devam etmektedir.

Bernard Crick'in bu tanımı yapmasının üzerinden nerdeyse 40 yıl geçti ve geçen bu kırk yıllık sürenin öncesinde, belki de hiçbir şahsiyet(!), dini elitlerin dizinin dibinde oturup, siyasi bir elit halini almadı. Bernard Crick tanımlamasında bu durumun varlığı göz ardı etme şansızlığını ne yazık ki yaşadı (!).

Dini özelliklerle donatılmış bir kişilik her zaman için kendi dinini ön planda görür ve bunu o dinin mezheplerine yaydığı anda da içinde bulunduğu çatışmayı daha da alevlendirmiş olur. Bu özelliklerde birinin ve yandaşlarının politik elit halini alması, Crick'in tanımının ne yazık ki çürümesi anlamına gelir.

Dini bakımdan kendilerini üstün gören bu şahsiyetlerin çatışmacı kimliklerini politika sahnesine taşımaları, uzlaştırma kavramının işlerliğini ayaklar altına alır ve politikanın çekişmeci (var olan görüşlerin minumum çatışmada sürdürülmesi veya en azami düzeyde uzlaştırma faaliyeti) yönünü ortadan kaldırır. Minumum çatışma her zaman için içinde maksimum öğeler barındırır hale gelir.

Türkiye, yapılan yeni anayasa taslağında ne yazık ki dini bir simgeyi gündemine oturtmuş durumda. Siyasi iktidarın buradaki tavrı kesinlikle çatışmacı bir tavırdır ve politikanın çekişmeci yönüyle örtüşmez. Bunu yeni bir paragrafta irdeleyelim.

Carick'in tanımını tekrar hatırlatırsak; politika, belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarları uzlaştırma faaliyetidir. Türban Türkiye'nin çatışmasıdır ve bu çatışmanın toplumun çıkarına olacak hiçbir yanı yoktur. Türbanın çıkarı din ile ilgilidir ve politik çıkarı kesinlikle içinde barındırmaz. Dini bir simge olması sebebiyle yaradılışından ötürü bir çatışmayı içinde barındırır ve politikanın çekişmeci yönünü kesinlikle ezer geçer. Türbanın dini çıkarının bulunması, Türkiye gibi laik bir ülkede, laikliğin de bir çatışma içine sürüklendiğini gösterir ki bu da türban konusunda yapılan ısrarın çekişmeci değil çatışmacı bir politika örneği olduğunu gözler önüne serer.

Sivil Anayasa tartışmalarının yeniden alevlendiği şu günlerde, dini öğeleri barındıran bir anayasanın sivil bir nitelik taşıyamacağını belirtmek yerinde olur. Dini özellikler barındıran her kural, diğer kurallardan daha dayatmacıdır.

Sonuç olarak, politikanın enfes çekişmeciliği, din dayatması yüzünden çatışmacı bir hale bürünmekte ve bu, Bernard Carick'ten çok çatışmada ezilenlerin hüznüne dönüşmektedir.

Sorulması gereken soru ise şudur: Yoksa politika Harold Lasswell'in dediği gibi "kimin, neyi, ne zaman, nasıl elde ettiği midir?"

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ




4 Aralık 2007 Salı

Onların Bizi, Bizim Onlarımızdır Bağlamında Din ve Politika

"Onların bizi, bizim onlarımızdır." Vamık D. Volkan'ın Kimlik Adına Öldürmek: Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme adlı son eserini okurken kendi kendime içimden böyle bir cümle geçirdim. Gerçektende politikaya bu şekilde bakmanın olanaklı olduğunu düşündüm (ki benden öncede birçok kişinin düşündüğünü biliyorum). Bu şekilde düşünmeyenler içinse, birkaç önerme sunup kendime yandaş aramaya koyuluyorum.


Neredeyse her devletin potansiyel bir tehdidinin olduğunu varsayarak, oluşturulmuş bir biz ve onlar ayrımını mevcut görüyorum. Bizin dışında olanlar yani Onlar, kendilerine Biz demekle beraber Bizide Onlar olarak görür. Yani Bizin düşmanı her zaman Onlardır ve/veya Onların düşmanı her zaman Bizlerizdir.

Yukarıda aslında karmaşık olmasa da karmaşık olarak görünen bu önermeler, kendilerini birçok alanda gösteriyor. Politikanın, dinin, sporun, toplumların var olan gruplarının tümünde bu ayrım mevcut.

Örneğin politikada bir siyasi iktidar ve muhalefet çatışması (daha iyimser olursak çekişmesi), Biz Onlar karşılaşmasını sergileyen en güzel örnektir. Ayrıca devletler arası veya diğer siyasi örgütlenmeler arasında da böyle bir tutum mevcuttur. Rusya - A.B.D. (Biz ve Onlar veya Onlar ve Bizler) çatışması/çekişmesi gözler önünde var olan diğer bir örnektir.

Spor konusunda burada bir örnek vermeyi şu an için gereksiz görüyorum ve hemen dine yöneliyorum; çünkü dinin politikayla yarışabilecek, hatta onu ezebilecek düzeyde bir Biz ve Onlar çatışması içerdiğini düşünüyorum. Burada çekişme lafını din için kullanmaktan sakındığımı hemen fark ettiğinizi de biliyorum.

Dinin içinde bulunan Biz ve Onlar ayrımı her yönüyle daha belirgindir. Din denilen olgu kesinlikle kendine has değerler taşır ve kendine has farklı değerler taşıyan her şeye karşıdır. Ortada ortak olan veya olabilecek değerler bile din olgusunda dışlanır. Örneğin Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta benzer veya aynı olan şeylerden kesinlikle biri değersizdir; çünkü her din ortak olan öğeyi kendi içine alır. Kısacası ortak olanı Bize ait sayar. Ortak olan şeyler Onlar tarafından çalınmış olan şeylerdir, ortak olanlar aslında Bize ait olanlardır.

Dinin bu kendine has çatışmasının politikaya yansıdığı şu on yıllarda politikanın az önce bahsetmiş olduğum çekişmeci yanı ne yazık ki kaybolur. İki Müslüman politik değer arasında bile bu çekişme, mezhepsel Biz ve Onlar çatışması sebebiyle çatışmaya dönüşür, çekişmeci özelliğini kaybeder.

Yazının daha karmaşık bir hal alma tehlikesi var olduğu için özetlemek gerekirse, var olan Biz ve Onlar ayrıştırması dinde en belirgin halini alır ve dinin politikaya karışması politikanın çekişmeci özelliğini yitirmesine sebep olarak onu (politikayı) bir çatışmaya sürükler.

Kısacası, dini içine almış bir politika veya din tarafından etrafı sarılmış bir politika her halükarda çatışmayı ön plana çıkarır ve bu durum şu anda Türkiye gibi birçok ülkenin sorunudur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ