5 Aralık 2008 Cuma

Yeni Yazılarım Hakkında

Değerli Okurlarım;

Uzun zamandır, başlatmış olduğum Politika Dergisi projesi sebebiyle bloguma yeni yazılarımı ekleyemedim. Tüm gücümü Politika Dergisi'ne harcamak durumundayım. Bu sitede yayınlamış olduğum birçok makaleyi ve bu sitede yayınlayamadığım yeni makalelerimi www.politikadergisi.com adresinde bulabilirsiniz.

Yeni yazılarımın listesine ise BURAYI TILAYARAK ulaşabilirsiniz.

En derin Saygılarımla...

gokhan.dag@politikadergisi.com
Telefon: +90555 557 0000


30 Mart 2008 Pazar

Dış Borç Analizi: Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Karşılaştırması

Bu yazıda Osmanlı Devleti'nin dış borçlanmasını 1854 öncesi dönemle anmak her haldeki talihsiz bir tarihsel hata olur; çünkü Osmanlı Devleti ilk dış borçlanmasını 24.08.1854 tarihinde Kırım Savaşı sonrası gerçekleştirmiştir.

Bu borçlanmanın en büyük sebebi, Osmanlı Devleti'nin, yabancı devletlerle yapmış olduğu serbest ticaret antlaşmalarıdır. Bu antlaşmalar, Osmanlı Devleti'ni açık pazar haline getirmiştir. Ayrıca kapitalist dünyaya ayak uyduramayan Osmanlı Devleti'nin gelir-gider dengesi yaşanan dış ticaret açıklarıyla da iyice dengesizleşmiş ve artan askeri başarısızlar ile ordu giderleriyle birlikte Osmanlı Devleti 20 yıl içinde iflas etmiştir. Bankacılık sektörü ve ticaretin yabancıların eline geçmesi de oldukça büyük bir etken olarak ön plana çıkmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti'ni en sonda analiz etmek yerine, araya girişlerle bahsetmek istiyorum. Bakın Türkiye Cumhuriyeti bugün Gümrük Duvarlarını (bilerek büyük harflerle yazılmıştır.) çok kalitesiz çimentolarla örünce deyim yerindeyse bir serbest pazar haline gelmiştir. Yıllardı yaşanan terör saldırılarıyla ve ülkenin jeopolitik konumuyla, orduyu ilişkilendirecek olursak askeri harcamaların büyüklüğü de göze çarpmaktadır. Tek benzeşmeyen nokta, kapitalist sisteme ayak uydurulup uydurulamadığı ile ilgilidir. İzmir İktisat Kongresi sonrası yaşanan kapitalist süreç (devletçilik ve benzer dönemlerle kısıtlandıysa da) bugün oldukça gelişmiştir. Bu gelişim aslında 2. Cumhuriyetçilerin yaşattığı bir süreçten öte kapitalist dünya düzenine yapılan özelleştirmeler sayesindedir. Kısacası kapitalist düzen 24 Ocak kararlarıyla yabancıların elinde Türkiye'de gelişmektedir.

Osmanoğullarının torunlarının yaşattığı dış ticaret açığına bakalım. 1873 - 1890 yılları arasında ithalat ortalama 19.9 milyon Osmanlı lirasıyken, ihracat ortalama 11.5 milyon Osmanlı lirasıdır. Kısacası yılda ortalama 8.4 milyon Osmanlı Lirası dış ticaret açığı verilmektedir. Bu 12 yıllık dönemde 100 milyon Osmanlı Lirasından fazla dış ticaret açığı oluşmuştur. Dış ticaret ve dış borçlanma biririyle organik bağ içerisindedir. Çünkü dış borçtaki bir artışın en büyük nedenlerinden biri iç pazarda dış ticaret açığını sonlandıracak maddi desteğin bulunamamasıdır. Kapitalizme ayak uydurulamaması sonucu iç pazarda da istediğiniz kazancı yakalayamıyorsanız, bunun en başta gelen sebebi ülkenizde sanayi üretimiyle beraber tüm üretim sektöründe yaşanan durgunluktur.

Türkiye Cumhuriyeti'nin dış ticaret açığına bakacak olursak, sadece 2007 yılındaki verilerine bakacak olursak, ihracat ve ithalat arasındaki farkın (açık yönünde) 62.83 Milyar Dolar olduğu görülür. Bu tablonun sonunda yaşanan sonuç ise, "Dünyanın en yüksek faiz oranları ile borçlanan ülkesi Türkiye Cumhuriyeti'dir." sonucudur. Üretimde yaşanması gereken fakat yaşanamayan atılımın bir an önce atılması gerekmektedir. Özelleştirme sonrası ele geçen sıcak para ile kesinlikle bu açık kapanamaz.

Osmanlı'nın sanayi kuruluşları genelde temel tüketim mallarına yönelikti. Ara ve yatırım malı üretimi yapılmıyordu; sanayi sadece İstanbul ve İzmir'de yoğundu. Bugün itibariyle durumun değişmediğini görüyoruz; fakat önemli bir diğer nokta (benzerlik bağlamında) şudur: Bu sanayii yabancıların elindedir ve yabancılar alınan dış borçlardan büyük karlar elde ederler. 1923-1945 döneminde yaşanan millileştirme çabaları sonrası Türkiye ilk ve tek kez dış ticarek açıkları vermemiş ve Osmanlı'dan miras kalan dış borçların tamamı ödenmesi gerekenden 25 yıl önce ödenmiştir. Biz bugün millileştirme yerine halen özelleştirmelere gitmekteyiz. Peki ne uğruna: OY!!!

Rasyonel davranışlar, bu ülke de ne yazık ki sadece kişiye ve kuruma yönelik gerçekleştiriliyor. Asıl rasyonel olan davranış ülkesel, ulusal düşünmekle mümkündür.

Bu kadar verinin, geçmişle bugün arasındaki bağlantıyı kurmada yeterli olduğu görüşündeyim; fakat yine de yetersiz görürseniz sonuna kadar yazmaya niyetlyim.

Teşekkürlerimi sunuyorum, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

Kaynaklar:
  • Hüseyin Şahin, Türkiye Ekonomisi
  • Türkiye İstatistik Kurumu

27 Mart 2008 Perşembe

Akılcı Olmayan Müslüman ve Politika

"Müslümanlık, aslında nedir, nasıl kabul edilmiştir?" sorusu akılcılığı zorlayan fakat sonunda kabule dayanan akılcılık dışı bir dayatmayla başlar. Şunu demek istiyorum eğer Müslüman olduğunuzu iddia ediyorsanız, Müslümanlığı kabul etmiş olursunuz ve onun kurallarını bir bütün halinde kabullenirsiniz.

Benim bu yazıdaki en büyük iddiam, Müslümanlığın her koşulunun olmasa bile birçok koşulunun akılla yorumlanabileceğidir. Bu yorum çerçevesinden ise politikaya geçmek istiyorum. Kısacası akıl, Müslümanlıkta, her şeyi kavrama yetisine sahip olmayan ama bir çok şeyi aydınlatan bir kavram olarak karşımızda durmaktadır. Ama durum politikada da böyle mi?

Bakın bu konuda Peygamberimiz (Hz. Muhammed) neler buyuruyor: "“Akıllı, Yüce Allah’a inanıp peygamberini tasdik eden ve emirlerini yerine getiren kimsedir.” Peygamberimizin burada demek istediği, aklınız varsa Allah'a ve peygamberlerine inanındır. Buradan bir tehdit anlamı çıkarmayın, S.A.V bizi burada akılcı davranmaya davet ediyor. Tabi ki inanışları çerçevesinde.

Bakın Al-i İmran suresinin 7. ayeti akılla ilgili neler diyor: ""Sana bu kitabı indiren O'dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır." derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez."

Derin düşünmenin de üstün akıl olduğu varsayılıyor; ama bize öğretilen nedir? Sorgulama, derin düşünme... Dilerseniz birkaç örnek daha vereyim. Bakın Peygamberimiz ve Aişe Validemiz aralarında nasıl bir diyalog geçiriyorlar:

Aişe validemiz suâl etti ki:
-Ya Resulallah üstün olmanın ölçüsü nedir?
-Akıldır. Aklı çok olan daha üstündür.
-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi? İyi iş yapan daha kıymetli değil mi?
-Ya Aişe insanlar, akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.

Burada da aklın önemine dikkat çeken bir nokta var; ama unutulmaması gereken bir diğer nokta da şudur: "Akılla eğer birçok şeyi kavrayabilirsek peygamberlere neden ihtiyaç duyulsun?" Demek ki akılla her şeyi idrak edemiyoruz, ama inanın ki bu din için böyle. Ama unutulmaması gereken, tekrar ediyorum din de bile birçok şeyin akılcı düşüncelerle kavranabileceğidir.

Müslümalık dininin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim, değiştirilmiş olabilir mi? -Akılcı düşünürsek evet, ama akılcı değil de başka türlü düşünürsek, hayır-

Gelin iki cevabı da belirli bir çerçeveler çizerek sınırlayalım. İlk önce sadece bu konuda akılcı düşündüğümüzü, yani kutsal kitabımızın değiştiğini varsayalım. Nasıl olacak bu? Kur'an-ı Kerim eğer, Hz. Muhammed öldükten sonra kitaplaştırıldıysa, ve doğan hukuksal boşluk çerçevesinde ya eklemeler veya çıkartmalar yapıldıysa. Hani Kur'an oku diye başlamıştı, neden surelerin yeri değişik?

Akılcı olmayan bir davranış ise, Kur'an-ı Kerim'in değiştirilmediğini her şeyiyle savunur. Aklı dışında.

Yanlış anlaşılmasın amacım Kur'an-ı Kerim'in değiştirildiğini söylemek değil. Sadece akılcılık ile akılcı olmamanın yaratacağı durumları örneklemek.

Kısacası, akılcı davranan Müslüman birçok nokta da doğruları bulabilir, ama bu onun birçok yanlışa da gitmeyeceğinin garantisini vermez.

İyi de tüm bu anlatılanların politika ile alakası nedir? Politika, kesinlikle akılcılık dışı bir mantığı kabul edemez. Aslında politikanın en akılcı davranışı, insanların akılcı davranmamalarını sağlamaktır. Bugün de durum bundan ibaret.

İster dinci bir iktidar olsun, ister dinli ama dinci davranmayan bir iktidar olsun, isterse dine hiç inanmasın, tüm iktidarların ve daha geniş düşünürsek politikacıların amacı akılcı çözümlerle, kamuoyunu akılcı düşünmemeye sevk etmektir. Bilinçli insanlar talep ederler. İnsanları ne kadar bilinçlendirirseniz size karşı talepleri de o kadar artar.

Bir an için politikayı bir din olarak düşünelim. Akılcılığı belli alanlarda kullanalım. Kimin politikaya karşı bir ilgisi kalır ki. Çünkü politika kendi içerisinde çelişkilerle doludur. Politik davranan biri bir gün laikliğe küfrederken, ertesi gün ona sarılıp, sonrasında ise tekrardan laikliğe karşı suçların odağı haline geldiği iddia edilen bir partinin başına geçebilir. İşte politika böyle bir şeydir.

Demek istediğim şu sevgili okuyucular, "Politika ile din bu konuda olduğu gibi hiçbir yerde uzlaştırılmaya çalışılamaz, çalışılmamalıdır."

Bir politikacının en büyük akılcı amacının ne olduğundan az önce bahsettim. Ama bu amaca giden yolda, dine politikanın lekelerini sürmenin, akılcılıktan çok akılsızlık olduğunu da burada belirtmek istiyorum. Bu lekeye aldırış eder misiniz, yoksa etmez misiniz? İşte bu sorunun cevabın da takınılacak tavır sizin ne kadar akıllı olduğunuzla orantılı.

Teşekkürlerimi sunuyorum. Okumadaki ilginize ve sabrınıza da.

Gökhan DAĞ

İlhan Selçuk: Asıl Suçluyu Gösteren Adam...


"İlhan Selçuk kimdir ve kaç yaşındadır?" soruları ile aynı soru tarzının bir uyarlaması olan "Necmettin Erbakan kimdir ve kaç yaşındadır?" sorularının cevapları arasında önemli ayrıntılar gizlidir. Peki Sayın Başbakanımızın bu fotoğraftaki işi ne? Cevap basit. Ondan bahsetmesek olmaz da ondan. Ama biz önce sorduğumuz soruları cevaplayalım.

İlhan Selçuk kimdir ve kaç yaşındadır?

Öyle çok uzun cevaplar vermeyeceğim, değerli okuyucular. İlhan Selçuk Cumhuriyet Gazetesi'nin imtiyaz sahibi ve baş yazarıdır. AKP İktidarı'na ve o yolda yürüyen herkese olan dik ve muhalif görüşleriyle tanınır. Kapısında iki resmi koruma ile yaşayan İlhan Selçuk, 1925 Aydın doğumludur. Bir yığın yıl işkence görmüş, hayatı gözaltılar içinde geçmiş, Türkiye'nin aydınlık yüzüdür.

Necmettin Erbakan kimdir ve kaç yaşındadır?

Bir dönem başbakanlık yapmış, şu anki Başbakanımızın siyasette yer almasında önemli bir paya sahip olmuş, sonraları yine Başbakanımız tarafından radikal dinci olmakla suçlanmış, bazı iddialardan yargıca suçlu sayılmış, bu suçu yaşından dolayı evinde çekmesi için kişiye özel düzenlemeler yapılmış, 1926 yılında Sinop'ta doğmuş bir siyasetçidir.

Aslında İlhan Selçuk ve Necmettin Erbakan arasındaki fark hemen göze çarpıyor. Ama ben yine de (gururla) yazacağım.
  • Öncelikle İlhan Selçuk, Mecmettin Erbakan'dan 1 yaş da olsa büyüktür.
  • İkincisi şu anda her ikisi de Tayyip Erdoğan'a muhalifken, öncesinde Necmettin Erbakan Tayyip Erdoğan'ın savunucu konumundadır.
  • Tayyip Erdoğan cephesinden bakacak olursak, Sayın Başbakanımız İlhan Selçuk gibi yazarlardan hiç hazetmemiş; fakat bir dönem, şu an sevmediği hocasının sempatizanlığını yapmıştır.
  • En önemli fark (birinin Kemalist, birinin Hümeynist olması dışında), Necmettin Erbakan'a yaşından dolayı cezasını evinde çekmesi için hukuksal düzenlemeler yapılmışken, İlhan Selçuk evinden apar topar, koruması da olmasına rağmen, gecenin 4'ünde emniyete alınmıştır.
Ergenekon Çetesi denen çete nasıl bir çetedir biz bunu hala çözemedik. İlhan Selçuk, Doğu Perinçek, Kemal Alemdaroğlu'nun, iktidara muhalif oldukları apaçık belli. Ergenekon çetesi denilen şey, muhaliflerden oluşuyorsa sanırım ben de Ergenekon Çetesi'ndenim. İlginç...

Çeteler, diktatörlerin başkanlığında yürür. Kimin diktatör olduğu da, emin olun ki her zaman için bellidir. Diktatörlük gizli yapılamaz. Kısacası tüm iktidarlar çete oluşumlarından haberdarlardır.

Bu yazıyı okuyan değerli okuyucular, dün gece Belediyeler Yasası'nın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ce onaylandığından haberdar mısınız? Tam da İlhan Selçuk Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edilmişken. Tabi sonuç ne oldu, beklendiği gibi tutuksuz yargılama.

Dönelim Ergenekon'a, 301. maddeye karşı olanlarla, bu maddeye karşı muhalif olanlar çete kurmuş da haberimiz yok. Cumhuriyet Gazetesi'ni bombalayanlarla, o gazetede baş yazarlık yapanlar aynı çetedeymiş de haberimiz yok.

Ergenekon, türbanın yeni bir versiyonu mu? Ya çözün şu olayı ya da işinizi doğru dürüst yapın.

Son söz; İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde aslında her gün birçok kişinin yaptıklarını açıkça gözler önüne seriyor; ama bu süreç bir başka oldu be...

Gökhan DAĞ

20 Mart 2008 Perşembe

Eşitlikçi ve Adil AKP (!)

Eşitlik denilen şey her zaman adaleti sağlamaz. Değerli hocam, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük siyaset sosyologlarından Ali Yaşar Sarıbay, bu cümleyi şöyle örnekliyor: "Eğer aç iki kişi görürseniz ve bu insanlara yemek verecek olursanız ve o insanlardan biri yarım porsiyonla doyacakken diğeri 1,5 porsiyonla doyuyorsa ve de siz onlara 1'er porsiyon verirseniz, eşit davranmış olursunuz ama bu adil olmaz."

Peki eşitlik denilen şey, bazen adilliği sağlayamıyorsa adil mi olmak gereklidir, yoksa eşitlikten ödün vermemeye devam mı etmek gereklidir?

Açık konuşalım bu dengeyi her alanda sağlayabilmek imkansız. Bir de önümüze parti kapatma davası geldi. Ben son yazılarımda da değindiğim gibi yine bu kapatma davasına değineceğim; fakat bu sefer konuyu adalet ve eşitlik kavramlarıyla irdeleyeceğim.

Abdurrahman Yalçınkaya'nın adını hemen hemen herkes duymuştur; ama ben duymayanlar için tekrardan anlatayım. Sayın Yalçınkaya, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, AKP ve DTP'nin kapatılması için gerekli iddianameleri hazırlayan ve bunları Anayasa Mahkemesi'ne sunan hukukçu.

Bu iki partiyi için kapatma davası iddianamelerini hazırlayan Sayın Abdurrahman Yalçınkaya olduğu için burada bir eşitlik söz konusu; fakat Sayın Başsavcı'nın yaşanan süreçler sonrası aldığı eleştiriler de bir o kadar eşitliksiz ve adil olmayan durum da. Kısaca değinelim.

DTP'nin kapatılması için iddianamesini Anayasa Mahkemesi'ne sunduğunda bir kısım çevreler bu Başsavcı'yı göklere çıkarttı. Üstelik kökeni de kürttü. İşte gerçek kürtlük buydu (Türk gibi davranmak). Abdurrahman Yalçınkaya TBMM'de olmayan muhalefetin yerine geçmişti.

AKP'ye açtığı kapatma davası biraz olsun hatırlyalım. İddianame AKP'nin lâikliğe aykırı faaliyetlerin odak noktası haline geldiğini savunuyor, ve birçok siyasetçi hakkında siyasi yasak istemini kapsıyor.

Dava sonrası gelen tepkilere bakalım.
  • Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu kadar oy alan bir partiye açılan kapatma davasının sonuçları iyi değerlendirilmelidir diyerek bunun çoğunluğun fikirlerine aykırı olduğunu belirtmeye çalışıyor.
  • Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan ise bu davanın memleketi sevmekle ters bir şey olduğunu savunuyor (Hatırlayın DTP'ye açılan dava sonrası Başsavcı kürt olmasına rağmen Türk gibi davranmıştı).
  • Sayın Bülent Arınç (Hani TBMM Başkanı iken AKP Mitinglerine Katılan Tarafsız Meclis Başkanı) ise kendisine kapatılma davası sorulduğunda ölüm en büyük gerçektir bunu Başsavcı'da bilmeli diyor. Kendisi de bir hukukçu olan Sayın Arınç'a hazırladığı bir iddaname sonrası sanık olan taraf kendisine bunu söylese ne düşünür acaba? Arınç'ın yaptığı her şeyden önce kendi mesleğine saygısızlıktır.
  • Bir Bursalı Bakan'da nedense bir ifadesinde kanı bozuk diye bir deyim kullanıyor.
  • Kimi eski solcular da Ergenekon'u bu süreçle ilişkilendiriyor.
Diğer eleştirilere de bakalım.
  1. "Bu savcı Kürt, Türkiye'nin önünü kesmek için, DTP'nin kapatılmasını protesto için yaptı." diyorlar. Bunu söylerkende DTP'nin kapatılması gerekli iddianameyi bu Başsavcı'nın hazırladığından bile habersizler.
  2. "Bu savcı AKP'li. Bu dava AKP'ye doping etkisi yaratacak." eleştirilerine de ben şahsen katılmıyorum. Hukuku uygulamak için, sonuçlar düşünülmemelidir.
Eleştiriler bu şekilde uzayıp gidiyor. Çoğu acımasızca en ilgincide ne eşit ne de adilce.

İşinize geldiğinde lâikliği savunacaksınız, gelmediğin de en azılı anti-lâik olacaksınız gibi bir şey. Yazımın sonunda Emin Çölaşan'ın yazdığı bir yazının linkini vereceğim. Lütfen okuyun. Bu davanın neden açıldığını eskiden örneklerle, belgelerle sunuyor. Yazımıza devam edecek olursak,

İktidarı elinde bulunduran, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nde yer verdiği AKP Hükümeti bakın dava sürecinde (ve öncesinde) kendince nasıl tedbirler alıyor. Milliyet Gazetesi'nin internet sitesinden aynen alıntılıyorum (Mansur Çelik'in haberi).

AKP hakkında açılan kapatma davasını düşürme formülleri arayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurmayları, daha önce de önlerine çıkan zorlukları birçok kez yasa değişiklikleriyle aştı.

AKP’nin iktidarda yaptığı ilk anayasa değişikliği, 27 Aralık 2002’de “milletvekili seçilme yeterliliğini” düzenleyen 76. maddesinde gerçekleştirildi ve “ideolojik veya anarşik eylemlere” ibaresi, “terör eylemlerine” şekline dönüştürüldü.

Böylece, Erdoğan’ın eski TCK’nın 312. maddesinden hüküm giymesi nedeniyle milletvekilliğinin yolunu kapatan düzenleme kaldırılmış oldu.

Yine aynı değişiklikle, ufukta görünen Siirt seçimlerinde Erdoğan’ın Meclis’e girebilmesini sağlayabilmek için bu kez 78. maddeye, “Bir ilin veya seçim çevresinin, TBMM’de üyesinin kalmaması halinde, boşalmayı takip eden 90 günden sonraki ilk pazar günü ara seçim yapılır.
Bu fıkra gereği yapılacak seçimlerde Anayasa’nın 127’nci maddesinin 3’ncü fıkrası hükmü uygulanmaz” fıkrası eklendi. Fıkranın son cümlesiyle de 2.5 ay sonra Siirt’te yapılacak seçimlerde bu değişikliklerin uygulanabilmesi sağlandı ve Erdoğan’ın seçilmesinin önü açıldı.

367 kararından sonra
Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanı seçiminde TBMM’de en az 367 milletvekilinin bulunması gerektiği kararı üzerine, AKP yine harekete geçti ve bu kez 31 Mayıs 2007’de Anayasa’nın 96. maddesinde yapılan değişiklikle, TBMM’nin bütün işlerinde en az 184 milletvekili ile toplanacağı hükmü getirildi. Aynı değişiklikle cumhurbaşkanı seçimi de yeniden düzenlendi.

Bu geçmişteki örnekler. Günümüzde de partilerin kapatılmasını engellemek için farklı düzenlemelerin yapılması için çalışıyorlar (Mini Anayasa Değişikliği). Anayasa Mahkemesi'nin yetkilerini sınırlamak da tabii ki gündemlerinden eksik düşmüyor.

Ayrı süreç DTP için yaşanırken, DTP'nin kapatılması umurlarında değildi. Onlara göre doğru olan buydu; ama aynı süreç kendileri için işlemeye başladığında tutuştular.

Elindeki iktidar gücünü sadece kendi işleriniz için kullanıyorsanız siz ne eşitlikten ne adaletten anlıyorsunuz demektir.

Yazımın başından uzaklaştığımı düşünmeyin. Hala o 1.5 porsiyonla doyma meselesindeyim ben.

Değerli okuyuclar eşitlik bazen adil olmayabilir; ama bazen halkın verdiği oy potansiyelini öne sürüp eşitlikten uzaklaşıp adilliğe yaklaşan diye savunulan; fakat ne eşitlikle ne de adalatle bağdaşan uygulamalarda gözükebilir.

Sizden tavsiyem bazen 1.5 porsiyonla bile doyamıyorsanız, kendinizi hazırlayın; çünkü bu iktidar, bu eşitlikli ve adil olmayan uygulamalarına davam ettiği sürece biz 1 porsiyona bile dua eder hale gelebiliriz. Hani lâikler dua etmez ya !!!

Gökhan DAĞ

Emin Çölaşan'ın yazısı için Burayı Tıklayın.

19 Mart 2008 Çarşamba

Dava Sürecinin Siyasi Konjonktüre Olası Yansımaları

Yasalar, insanların ve/veya kurumların beklentilerine göre değil, hukuka göre işler. İnsanlara ve/veya kurumlara memnuniyet verici durumların korunması elbette ki hukukun temel aldığı noktadır; fakat dedim ya her kararı da bu şekilde almak veya almamak işin doğasıyla çelişir. Kısacası, istenen her şeyin önünde olmasa bile bazı şeylerin önünde hukuksal engellemelerin olmasından daha doğal bir şey olamaz. En basit örnekse burada şudur: "Kişisel özgürlüklerin başkalarının özgürlüklerine zarar verdiği nokta da devreye hukuk girer."

Peki şu anki toplu durumda, hukukun devreye girmesinin iktidar partisine ne gibi yararı ve zararları dokunabilir. Bu konuyla ilişkilendirilebilecek çok güzel bir söz var: "Yakın uzaktan daha uzaksa sana, bilgi o uzaklar sana hiç de yakın değil."

Yıllar önce söylediğim bu sözü şu an için burada kullanacağım hiç aklıma gelmezdi. Kısa vadeli düşünmeyi geri palana atmanın uzun vadeli sonuçları çözümleyemeyeceği gerçeğini vurgulayan bu söz beni bu yazıda önce kısa vadeli düşünmeye sevk etti.

Kısa Vadede İptal Davasının AKP'ye Yararları ve Zararları

Öncelikle kısa vadeden kastım ne onu belirteyim. Bu yazıda benim kısa vade ile kastettiğim yerel seçimlere kadar olan süredir.

Hemen yaşanan sürecin AKP'ye faydalarından bahsedeyim. Eğer kapatılma davasında yer alan iddialar sonucu AKP kapatılmaz ise; AKP kendisinin lâiklik için bir tehdit olmadığı proragandasını yapacak ve lâik kesimin de oylarını alarak oy oranını arttıracaktır. Ayrıca ülkeyi ileriye götürmek istediği ve yargının da buna mani olduğunu öne sürerek yargısal tehditten de kendisini soyutlayacaktır.

Peki AKP kapatılırsa ne olur. Bunun AKP İktidarı'na nasıl faydaları dokunur? Öncelikle şunu söyleyeyim. Ampül kapatılırsa florasanın açılması anlık bir iş olacağından, bu florasanında mazlum rolünü geçmişteki deneyimlerinin de etkisiyle mükemmel oynayacağından AKP'ye faydaları dokunacaktır.

(Size buradan şöyle bir iddiayı da sunuyorum. Eğer AKP kapatılırsa, lütfen yerine açılacak partinin ismine iyi bakın. Adalet ve kalkınma ile ilgili bir isim olup olmadığına da.)

Peki AKP kapatılırsa bunun kısa vadede AKP'ye ne gibi zararları olur. AKP'nin lâiklik ve dolayısıyla cumhuriyete karşı bir tehdit olduğu algılanabilir. Bu durumda AKP için bir oy kaybına neden olabilir. Buradaki kıstas az önce de belirttiğim gibi mazlum rolünün kullanılmasındaki başarıyla orantılıdır.

AKP kapatılmazsa bunun AKP'ye ne gibi zararları olur. AKP şu an ekonomik bakımdan gerçekten yüksek bir tansiyon içinde. Ayrıca türban konusundaki başarısızlıkları AKP'nin karşına bir tehdit olarak çıkabilir. AB Politikalarındaki sapmalar AKP'nin karşısında duran bir diğer tehlikedir.

Kısacası yararlar ve zararlar arasındaki fark her iki durumda da Türkiye'nin kısa vadedeki politik geleceğini belirleyecektir.

Kısa vadede yaşanbilecek gelişmelerin uzun vadedeki etkilerine de değinelim.

Uzun Vade de Durum

Hemen belirtelim burada olayı uzun vadede ve kısa vadede incelerken varsayımımız AKP'nin kapatılsa da başka bir adla yine faaliyette bulunacağıdır. Yoksa kapatılan bir partinin kısa ve uzun dönemlerinden bahsedilemez.

Az önce belirttim. Kısa vadede oluşabilecek yararlar ve zararlar arasındaki fark Türkiye'nin siyasi geleceğini belirleyecektir. Eğer yararlar zararlara baskın gelirse AKP (ya da başka adla AKP) iktidarı oylarını arttıracaktır. Zararların baskın gelmesi ise tersi bir durumu doğuracaktır.
Kısacası uzun vade, kısa vadeli durumun bir devamı niteliğindedir.

Uzun vade yerel seçimler sonrası dönemi kapsadığına göre, yararların baskın olduğunu düşünürsek, AKP iktidarı yerel seçimlerden güçlenerek çıkmış demektir. Bu durum, AKP'nin yerel yönetimlerce de bir iktidarı demek olup, ülkenin azınlıklarını daha da zor bir pozisyona sokabilir. Yerel seçimler sonrası yaşanacak genel seçimlerde konjonktür ne olur bilinmez ama bu toplu durum aynen devam ederse AKP, TBMM'de çok büyük olan gücünü daha da arttırmış olacaktır.

Tersi bir durum da, yani zararların baskın çıkması sonucu, AKP iktidarı yerel seçimlerde gücünü kaybetmiş olarak genel seçimlere girebilir. Bu eksi yön devam ederse genel seçimler sonrasında TBMM içinden hükümeti oluşturmak için bir koalisyon seçeneği doğabilir.

Umarım anlaşılır yazmışımdır; ama ben yine de isterseniz kısaca özetleyeyim. AKP İktidarı için açılan bu dava iki farklı zaman aralığında iki farklı sonuç doğurabilir. Kısa ve uzun vadede yaşanacak gelişmelerin, bu dava sürecinin AKP'ye yararları ve zararları arasındaki farka göre belirleneceği açıktır.

Teşekkürlerimle, okumadaki ilginiz ve sabrınız için.

Gökhan DAĞ

17 Mart 2008 Pazartesi

Üzülsem mi, Sevinsem mi?

Türkiye'yi anlamakta artık en değerli bilim adamları bile güçlük çekiyor. Neredeyse hepsinin yakındığı nokta, halkın dik duramaması. Bir önceki yazımda şunu söylemiştim: "Bu ülke için ideolojilerden ödün vermek gerekirse, hiç çekinilmeden verilmelidir." Ama biz nasıl bir millet olduk ki artık belli başlı bir görüşümüz yok.

Ücrete ilişkin kavramları bilirseniz, oynak merdiven adlı kavramı duymuşsunuzdur. Bir ürün demetinin, artı veya eksi yönde aldığı yeni fiyat düzeyinin ücretlere bu yönde ve oranda yansıması şeklinde tanımlanabilecek oynak merdiven (Eşel Mobil), sanki ekonomiden çıktı geldi tüm hayatımıza dayandı.

Biz artık sadece ekonomi de değil, tüm alanlarda bunu kullanıyoruz. Değişen nokta, ekonomide bir ürün demetini baz alırken diğer alanlarda Adalet ve Kalkınma Partisi'ni baz almamız.

Ürünlerin fiyatı artarsa eşel mobil sistemde işçinin gelir düzeyi arttırılır. Buradaki amaç işçinin gelir düzeyini dengesini sarsmamaktır. Aynı durum AKP için de söz konusu. AKP'ye yapılan bir saldırı varsa nereden geldiğini bil(me)diğimiz bir destekle AKP'nin siyasi varlığının temelleri sağlamlaştırılıyor.

AKP'ye açılan bir kapatma davası sonrası, demokrasi ayıbı diye söylenmeyi biliyoruz. O zaman gelin objektif olup, şu an Anayasa Mahkemesi'nde görüşülen DTP davasına da bakalım. Her ne kadar terör örgütünü desteklese de bu partide farklı bir görüş yani demokrasinin yaşaması için bir enstrüman olmuyor mu?

Söylediklerim yanlış anlaşılmaz umarım; ama ben yine de kaza kurşunlarından kendimi koruyayım. Buradaki amacım, demokrasi savunucularının demokrasiyi savunamadıklarını göstermektir. Demokrasiler sadece %47 oy alan partilere oy verenleri değil, %53 oy oranına sahip diğer partileri de korur. Hatta demokrasi çoğunluktan çok azınlık haklarına önem verir. Kısacası amacım övülmemesi gerekene (DTP) mazlum rolü yüklemek değil, aynı süreci yaşayan iki partiye sistemsel bakmaktır. Yoksa bilindiği üzere benim DTP ile işim olamaz.

Bir diğer (iki) nokta. Acaba hukukun siyasal sisteme sürekli müdahale etmesi ve siyasal sistemi işlemez hale getirmesi olarak tanımlanabilecek Juristokrasi döneminde mi yaşıyoruz, yoksa Juristokrasi tehlikesi var diye bu telaşla yargıyı hedef mi gösteriyoruz?

Ölüm en büyük gerçekse bizim juristokrasiyle işimiz ne diye de sorası geliyor ya insanın hadi neyse.

Değerli okuyucular, Türkiye Cumhuriyet Başsavcısı'nın ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Neden bu makama Türkiye Cumhuriyet(i) Başsavcısı değil de, Türkiye Cumhuriyet Başsavcısı denildiğini biliyor muyuz?

Yukarıdaki sorunun cevabı aslında oldukça basit. Görevinin verdiği emir sebebiyle Cumhuriyeti değil, Cumhuriyet kavramını kullanıyoruz. Savcının esas görevi, Cumhuriyet'e yapılacak olan her türlü saldırıyı, araçlarıyla engellemeye çalışmaktır. Aynı şekilde başında Milli olan tüm kurumlar da sadece Millet'e hizmet eder. Milli Savunma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi. Bunlar Milli kavramına yönelik herhangi bir tehdit kaşısında bu tehdidi veren her kimse harekete geçmelidirler. (Sabit Şerbetçioğlu)

Bu sebeple durum Juristokrasiye doğru değil Cumhuriyet(i) korumaya yönelik bir tavra doğru işlemektedir. Sayın Türkiye Cumhuriyet Başsavcısı, eminiz ki Cumhuriyet'e yönelik bir saldırı görmeseydi böyle bir işe kalkışmayacaktı. Velev ki siyasi simge olsun türban..., çok özür dilerim velev ki Juristokrasi olsun, Cumhuriyeti korumak Başsavcının görevi değil mi?

Bir diğer nokta da şu: Bir olay yargı sürecine taşınmışken bizim kişi, kurum veya kuruluşlarımız neden bülbül kesiliyor? En aptal sarışınlarımız bile magazin programlarında, bu olay yargıya taşındı artık konuşmam yersiz olur diyebilecek zekadayken, neden söz konusu kurumlar istedikleri gibi konuşabiliyor. Hiç mi yargıyı etkileyebileceklerini düşünmüyorlar.

İstikrar bozulurmuş, tamam bozulur da ya Başsavcının iddiaları doğruysa ve lâiklik tehlikedeyse. Bu istikrardan daha mı önemli. İstikrar olsunda n olursa olsun mantığı, Amerikan mandacılarının istekleriyle birebir örtüşüyor gibi. Hatırlarsınız 1900'lerin ilk çeyreğinde Amerika=istikrar ve yaşam diyorduk. Burada önem taşıyan bir diğer olgu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) AKP ile aynı soydan gelen Refah Partisi’nin temyiz talebi üzerine 2001 yılında aldığı karardır. AİHM, Refah Partisi’nin lâikliğe aykırı faaliyetlere giriştiği ve şeriat düzenini savunduğu için kapatılmasını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun bulmuştur. AİHM, böylelikle, demokrasinin lâikliğe tehdit oluşturan hareketlere karşı kendisini koruma hakkının bulunduğunu teslim etmiştir. Bu kararlar istikrar ve demokrasi savunucuları için hiç mi hatırlanmaz?

Demokrasiye vurulan darbe söylentilerine ise başka bir yönden bakarak şunları söylüyorum. Evet siyasi partilerin kapatılması demokrasi açısından hiç hoş değil; ama sürekli başvurduğum bir yazar olan Sartori şunu söylüyor: "Demokrasi, en anti-demokratların bile tutunacağı bir dal oldu. (...) milyonlar bu sebeple ölmedi mi?"

Halkın %47'sinin oy verdiği bir parti kapatılmamalı söylemlerine ise şu şekilde yorumda bulunuyorum. Demokrasilerde halk her zaman doğru olanı yapmaz. Avusturya'da yaşanan seçimlerde bunun bir göstergesi. (Politika Dergisi'nin Nisan Ayında Çıkartacağı İlk Sayısında bu iddiamı dillendiren çok değerli bir siyasetçiyle röportaj yaptık. Okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.)

Yazımı çok fazla uzattığımın farkındayım. Toparlayacak olursak, AKP bir siyasi partidir ve faliyetleri oldukça önemlidir; fakat her fırsatta ona bu mazlum rolünü yükleyerek oy kazandırma telaşı içinde olanlar (kişi, kurum, kuruluş ve cemaatler) dik bir duruş sergilemeli, eşel mobil siyasi siteme bu kadar karışmamalıdırlar. Hukuka yönelik saldırı ve hukuku etkileme çabaları zamanımızın modern diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Siyasi partilerin kapatılmasına gösterdiğimiz tepki oldukça yerinde olsa da, parti kapatılmasıyla ülkenin kapatılması arasında yaşanan gelgitlerde o kadar yakışıksızdır.

Tüm yaşananların "üzülsek mi, sevinsek mi?" ikileminde değil dik duruşla yaşanması gereği her şeyin ilk koşuludur.

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

AKP'ye Açılan Kapatma Davası Hakkında

14 Mart 2007 Cuma. Bugün Türkiye için tarihi bir gün. Nedeni ise hepimizin bildiği gibi, siyasi iktidar partisine karşı açılmış kapatma davası. Aslında açılan dava bununla da sınırlı değil. Davanın diğer bir önemli tarafı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Cumhurbaşkanı'na 5 yıl süreyle siyasi yasaklama (men) istemi (Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç 71 kişinin yasaklanmasının istendiğini açıklamıştır).

Davanın sebebi ise, mevcut iktidar partisinin 'lâikliğe aykırı fiillerde bulunması'.

Davayı açansa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya.

Davanın sonucu Anayasa Mahkemesi belirleyecek. Siyasi partilerin kapatılmasında Anayasa Mahkemesi üyelerinin kapatma karar alabilmesi nitelikli çoğunlukla gerçekleşir. Yani 11 üyeli Anayasa Mahkemesi'nin, kapatma kararını verebilmesi için, 11 üyeden yedisinin kapatmaya evet yönünde oy kullanması gerekmektedir.

Peki bu süreç bir sürpriz mi?

Ben şahsen yazılarımda böylesine bir sürecin yaşanabileceğini çok sefer belirttim. AKP İktidarı lâiklik kavramına aykırı işler yaptığı zaman bunu sürekli dile getirdim. Kendimi övmek için söylemiyorum çünkü bu tarzda söylemleri bir başkası daha dile getirmişti: "Abdurrahman Yalçınkaya"

Abdurrahman Yalçınkaya 17 Ocak 2008 tarihinde yağtığı konuşmasında bakın nasıl ifadeler kullanıyor: "Siyasi partilerin; Cumhuriyetin laiklik niteliğinin değiştirilmesi amacını güdemeyecekleri gibi bu amaca yönelik faaliyetlerde, beyanlarda bulunamayacakları, bu kuralı göz ardı etmenin laiklik ilkesinin korunmasını imkansız kılacağını keyfiliğe yol açacağını, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince kutsal tanınan hususları alet ederek propaganda konusu yapamayacakları, istismar edemeyecekleri kötüye kullanamayacakları, aksine faaliyet ve beyanların din ve dince kutsal sayılan şeylerin istismarı sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekleri, Türk Dilinden veya Kültüründen başka dil ve kültürleri korumak geliştirmek veya yaymak yoluyla ülke üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını, bölünmez bir bütün olan ülkede, bölgecilik veya ırkçılık maksadını, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını, güdemeyecekleri bu yolda faaliyetlerde bulunamayacakları, bu kuralları görmezlikten gelmenin azınlık yaratılmasını ve devletin tekliği ilkelerini zayıflatacağı, Dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacını güdemeyecekleri, bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamayacakları, diğer halde demokratik devlet düzeninin korunmasının olanaksız olacağı, Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamayacağı, Anayasa ve yasalarda hüküm altına alınmış, ayrıca yaptırımları gösterilmiştir.

Bağımsız ve egemen olan her devletin, partiler üstü olan bir devlet politikası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devlet politikası, işgal güçlerinin yurttan çıkarılıp, Lozan Anlaşması sonucu ülke sınırlarının yeniden belirlenmesi ve kurucu devlet ve kurucu meclis tarafından yapılan 1924 Anayasası ile belirlenmiştir. 1982 Anayasası ile de anılan devlet politikası değiştirilemez hükümleri de konulmak suretiyle koruma altına alınarak başlangıç hükümleri ve ilk dört madde açıklanmıştır. Cumhuriyet yönetiminin ilkesi olan halkın egemenliği kuralı gereği de halk oyu ile kabul edilmiştir. Cumhuriyetin temel ilkelerini, 85 yıllık kazanımlarını yok saymak, özgürlüğü çağdaşlaşma yerine dini esaslar çerçevesinde ele alarak etnik gruplara, mezheplere, ırkçılara haklar vermek olarak görmenin ve tartışmanın ülkeye yarar getirmeyeceği halkı önce bilinçlendirmeye, ayrıştırmaya sonra da çatışmaya götüreceği açıktır.

Eğitim ve öğretim kurumlarında bazı giysilerin kullanılmasının özgürlük sayılıp, özgürlükler içine alınmasının mezheplerin, cemaatlerin ırkçı örgütlerin ayrılıkçı güçlerin sembollerini rahatça kullanacakları, yayacakları, eğitim görenleri örgütleyerek huzursuzluğa, saflara ayıracağı, eğitim ve öğretim kurumlarının yukarıda sayılan etkin örgütlerin alanı haline getireceği, laik ve üniter yapıya aykırı bir faaliyet alanına dönüştüreceği Yüce milletimiz ve ülke ile milletin koruyucusu olan yasalar önünde sorumluluğun anayasa ve yasalar gereği bu yönde beyan ve faaliyetlerde bulunan siyasi partilere ait olacağı gözden kaçırılmamalıdır.

Siyasi partiler; mevzuatın veya yasal ve anayasal yapının değiştirilmesi konusunda girişimde bulunurken önerilen kuralların ve buna ulaşmadaki faaliyetlerin her bakımdan yasal ve demokratik olmasına dikkat etmelidir. Önerilecek değişikliğin kendisi temel demokratik prensiplerle anayasada belirtilen insan hakları ile, Atatürk Milliyetçiliği ile laik ve sosyal hukuk devleti ile bağdaşmalıdır. Demokrasinin bir veya birçok kuralına uymayan veya cumhuriyetin temel ilkelerinden olan laik ve üniter yapıyı, demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan ve de demokrasinin tanıdığı hak ve özgürlükleri yasa dışı yorumlarla tarif ederek oluşturulan siyasi projeleri öne süremeyecekleri, bu nitelikteki beyan ve eylemlerin gerek iç hukuk gerekse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi korumasından yararlanamayacağı gözetilmelidir."

Birçok insan bu konuşmaları AKP'ye karşı bir ihtar olarak yorumlasa da ben bunun bir ihtardan öte, faaliyete girişmenin resmi olarak görüyorum. Kısacası Sayın Yalçınkaya, bu konuşmayı yaptığında, bizce kafasında davayı açmayı çoktan planlamış vaziyetteydi.

Anayasa Mahkemesi'nin burada vereceği kararı değerlendirelim. Bir kere, şöyle bir yanlış düşünce hakim: "AKP'yi kapatmak milleti kapatmaktır."

Yukarıdaki düşüncenin sahibi eski milletvekili ve Refah Partisi ile Fazilet Partisi'nin kapatılması davasında bu iki partiyi de savunan avukat Prof.Dr. Mustafa Kamalak'tır. Değerli hocamız ve eski milletvekiline soruyorum. Bu ülkede halkın oyunu almak, hukuka saygı göstermemek ve Cumhuriyetin temel niteliklerine aykırı davranışlarda bulunabilmek için yeterli midir? Değerli hocam sorunun cevabı basit, tabi ki hayır. Peki AKP bu tarz davranışlarda bulundu mu? Hukuka göre şu an için hayır. Bu açıdan Anayasa Mahkemesi'nin vereceği karar oldukça önemlidir.

AKP Milletvekili Sayın Zafer Üskül'ün açıklamalarına bakalım: "AKP'nin kapatılması Türkiye'de istikrarı bozar."

Sayın Üskül, siyasi istikrar mı daha önemlidir, yoksa Yargıtay Cuhuriyet Başsavcısı'nın lâikliğe aykırı fiil var iddiasından, gerçekte var olmasından doğabilecek çöküntü mü? Bir milletvekili daha mantıklı açıklamalar yapmak mecburiyetindedir. İstikrar denilen şey ancak temel niteliklerine saygı duyulan bir yerde var olmalıdır ve var olurda.

Sayın Cumhurbaşkanımızın siyasi geçmişine bakacak olursak, kendisinin daha öncede parti kapatılma süreçleri içinde var olduğunu görürüz. Kendisi bu süreç hakkında açıklama yapmaktan, görevinin gereği olarak, çekindi; ama yine de bizim aklımızda kalan bu kadar çoğunluğu olan bir partiyi kapatmak Türkiye'ye ne kazandırır, ne kaybettirir bunun düşünülmesi gerekir sözleri zihinlerimizde kaldı.

İçimden şunu söylemek geldi: "Lâikliğe aykırı filler sergileyen birilerinin varlığı Türkiye'ye ne kazandırır, ne kaybettirir bunun dikkatlice düşünlmesi gerekir."

Velev ki türban siyasi bir simge olsun ne olur ki sözünden de esinlenecek olursam şunu söyleyeyim. Velev ki AKP lâikliğe karşı olsun veya olması ne olur ki?

Eğri oturalım doğru konuşalım. Anayasa Mahkemesi tarihi bir karar verecek. 367 Kararı olarak ünlenen karar da Anayasa Mahkemesi'ne güvenmeyenler, kendileri içn olumlu bir karar çıkarsa bakın naıl o mahkemeyi göklere çıkartacak; fakat kendileri için olumsuz bir karar çıkarsa da üzülmeyecekler. Çünkü yerel seçimler yaklaşıyor ve Ampül kapanırsa, florasan açılacak.

Türkiye bir siyasi partiler mezarlığıdır ve aynı zamanda çok dirilen parti görmüştür.

Son söz, siyasi partilerin kapatılması gerçekten demokrasiye vurulan bir darbedir; ama bu ülke içinde ideolojilerden ödün vermek herkesin katlanması gereken kutsal bir vazifedir.

Gökhan DAĞ

12 Mart 2008 Çarşamba

Siyasi Parti Manevraları

Siyasi partileri en basit anlamıyla şu şekilde tanımlamak mümkün: "bir program çerçevesinde siyasal kararları etkilemek ve bu amaçla siyasal iktidarı ele geçirmek için örgütlenmiş kuruluşlar." (Ahmet Taner Kışlalı; Siyaset Bilimi, 2007, s. 261)

Siyasal partilerin geçmişi Eski Yunan'a kadar götürülebilirse de, aslında çağdaş anlamda siyasi parti oluşumlarına on dokuzuncu asırda ratlayabiliyoruz. Tarihsel zamandan öte benim burada ilgilendiğim siyasal partilerin, devrim şehidi hocamızın (Ahmet Taner Kışlalı) da tanımladığı üzere iktidarı ele geçirme uğraşlarıdır. Siyasal partiler var oluşlarından yok oluşlarına kadar siyasal iktidarı ele geçirmek için uğraşırlar. Mecaz anlamda ifade edersek, siyasal partilerin tüm manevraları siyasal iktidarı ele geçirmek içindir.

Aslında durum anlatıldığı kadar basit değil; çünkü buradan siyasal komplo teorileri veya siyasal parti gibi davranan başka unsurlar ön plana çıkıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse;
  • Siyasal iktidarı ele geçirmek için partiler amaçlarından farklı yönlere sapabiliyorlar veya
  • siyasal iktidarı ele geçirmekten ziyade siyasal iktidar savaşı altında oradan bir rant elde ediyorlar.
Öncelikle bahsettiğim iki farklı durumdan ikincisini anlatayım. Türkiye örneğine bakacak olursak, (aşırı) çok partili bir sistemde partilerin amaçları iktidara sahip olmaktan çok, üyelerinin taleplerini karşılamak oluyor. Örneğin Türkiye Komünist Partisi'nin bugün için iktidar şansı yok denebilecek kadar az gözüküyor. Bu ve benzeri partiler isteklerini hükümetlere duyurarak yaptırmak isteyen ve üyelerine mutluluk vaat eden bir baskı grubuna dönüşüyorlar. İşin ilginci ise halen siyasal parti kimliğinde varlıklarını sürdürüyorlar.

Türkiye Komünist Partisi gibi birçok parti sayılabilir. Türkiye'de var olan partilerin sayısı her geçen gün değişiyor. İktisadi bir mantıktan hareket edelim. Talep olmayan bir malın üretimi o malın dayanıklı değilse çürümesine neden olmaz mı? Türkiye'de talep olmadan kurulan parti sayısını burada tartışmaya gerek var mı?

İlginç olan bir diğer noktada bu partilere seçim zamanı ayrılan ödenektir. İktidar şanları olmayan hatta TBMM içinde temsil yetkisi bile alamayacak bu partilerin aldıkları ödeneklerin miktarını aramızda bilen var mı?

DTP örneğinde de gördük. Bu parti seçimlere girmektense bağımsız adaylar çıkararak TBMM'ye girdi. Ufuk Uras örneği de halen zihinlerimizde.

Bu konuya daha fazla değinmek istemiyorum; çünkü anlatmak istediklerimin bir kısmını anlattığımı ve gerisinin okuyucu tarafından anlaşılabileceği düşünüyorum.

Gelelim ilk savımıza, siyasal iktidarı ele geçirmek (veya en azından mecliste koltuk kapmak) için partiler amaçlarından farklı bir yöne sapabilir. Hemen belirteyim ki burada bahsettiklerim sadece düşünsel analizlerdir ve gerçeklik payı yoktur. Örneklerimde belirttiğim partilerin davranışları gerçekliklere değil sadece hayal gücüme dayanmaktadır. Kısacası bu anlatıklarım komplo teorisi niteliğinde olup, gerçekliği yüzde yüz iddia edilemez. Amaç sadece fikirleri harekete geçirmektir.

Kendimizi azda olsa sağlama aldığımızı düşünerek, kaygan zeminde ilerlemeye devam edelim.

Partiler eğer kendilerini iktidara taşımak veya iktidarda kalmak istiyorlarsa bu duruma uygun manevralar sergilemelerinden daha doğal bir şey olamaz. Örneğin, MHP, PKK terörüne karşı etkinliğiyle tanınır. PKK terörü örgütü ne zaman faaliyetlerini sıklaştırsa herkes gözünü MHP'ye çevirir. Bu partinin sadece PKK ile ilgili anılması tabii ki yanlıştır; ama etkin politika izledikleri alanlardan belki de en göze çarpanı PKK terörü ile ilgili olan bölümdür. Bu açında PKK terörüne karşı MHP'nin takındığı tavır, MHP'ye bir oy getirisi yaşatır. İşte bu açıdan bakıldığında MHP iktidar için PKK terörünü destekleyebilir. Çünkü bu örgütün varlığı ve aktifliği karşına konumlanmak MHP'ye oy kazandıracaktır. Dolayısıyla da iktidara doğru bir adım öne geçecektir. Aynı şekilde bu iktidardaki partinin PKK terör örgütüne karşı başarızlığını da simgeler.

Hemen belirteyim ki burada amacım MHP'yi suçlamak değil, hayal gücümden yola çıkarak verdiğim savunma dolayısıyla her siyasal partinin, tüm yolları deneyerek iktidar olma çabası teorisine bir bakış kazandırmaktır.

Bir başka örnek daha vereyim. Örneğin AKP iktidarı dini kullanarak, iktidarını pekiştirmek isteyebilir. Türban sorunu için çözüm olamayacak faaliyetlerle türban sorununu tartışmaya açarak ve bu işin arkasında olduğunu savunarak iktidarını pekiştirme yolunu arayabilir.

CHP için de aynı durum söz konusudur. Lâiklik tehlikede diye örneklemeler verip, aslında ortada böyle bir tehlike yokken (!), ortalığı lâiklik tehlikesiyle gerip, bunun savunuculuğundan oy kapma yarışına girişebilir.

Kısacası siyasal partilerin iktidar için yarışması düşüncesi yanlış yorumlandığında ortaya komplo teorileri çıkabileceği gibi, iktidar yarışını siyasi partiden öte baskı grubu gibi izleyen siyasal oluşumların rant kavgaları da, açığa çıkar. Tüm bunlarda siyasi parti manevralarının sorgulanması için yeter sebeptir.

Teşekkürlerimi sunuyorum okumadaki ilginiz ve sabrınız için.

Gökhan DAĞ

5 Mart 2008 Çarşamba

Ekonomi İyiye Gidiyor (!)

Hemen şunu belirteyim, bu yazıda, ekonomi konusunda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğumu söyleyebilirim; ama şunu da belirtmeliyim ki ülkemizin bulunduğu ekonomik konuma bakıp biraz düşününce, bazı şeyleri yorumlayabiliyorsunuz. Bugün küçük bilgimle size bir şeyler fısıldamak geldi içimden, umarım beni anlayabilirsiniz.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) sitesine girdiğimiz an karşımıza şöyle bir şey çıkar: "TCMB'nin temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir."

Peki fiyat istikrarının sağlanmasındaki amaç nedir? Hemen belirtelim ki fiyat istikrarının sağlanması enflasyonist baskıların dindirilmesi anlamına gelir; çünkü enflasyon, fiyatların artı yönde sürekli devam eden artışlara yol açtığı bir ekonomik toplu durumu ifade eder.

Enflasyon rakamları şubat ayı itibariyle beklenti anketlerinin 3 katı üstünde çıktı. Yıllık enflasyon hedeflemesine bakacak olursak şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz.


2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010
Hedef 35 20 12 8 5 4 4 4 4
Gerçekleşme 29,7 18,4 9,3 7,7 9,6 8,4 - - -





TCBM'nin sitesinden alınan bu bilgiye göre enflasyon hedefinden gittikçe uzaklaşıldığı görülmektedir. Burada suçu TCMB'ye atmak oldukça yanlış bir tutumdur; çünkü özerk bir kurum olarak işleyişini sürdüren TCBM'ye sürekli iktidardan komut yağmaktadır. AKP hükümeti kendisinden önceki hükümet döneminin politikalarıyla ve TCMB'nin kararlı politikalarıyla 2002-2005 yılları arasında enflasyon hedeflemesinden iyi bir prim yakalamıştır. Bu tabloda önceki iktidarın bakanı olan Kemal Derviş politikalarını unutmak her haldeki hata olacaktır.Sonrasında ise ibre tersine dönmüştür.

Ama bizim hükümetimiz ne diyor: "ekonomi çok iyi gidiyor."

Ekonomiyi kendimizce irdelemeye devam edecek olursak, ben birazda dış ticaret verilerine bakılması gerektiğini ve oradan da bazı yorumların yapılabileceğini savunuyorum. Türkiye İstatistik Kurumu'ndan (TÜİK) alınan verilere göz atacak olursak;

  • Türkiye'nin 2007 yılındaki ihracatı (Dışa satımı): 107.184 Milyar Dolar
  • Türkiye'nin 2007 yılındaki ithalatı (Dış alımı): 170.048 Milyar Dolar
  • Dış Ticaret Açığı: 62.863 Milyar Dolar
  • Türkiye'nin 2007 Ocak Ayındaki Dış Ticaret Açığı: 4.027 Milyar Dolar
  • Türkiye'nin 2008 Ocak Ayındaki Dış Ticaret Açığı ise: 5.709 Milyar Dolar
Buradan hareketle eğer durumlar değişmezse 2007 yılındaki açığın 2008 yılındaki açıktan fazla gerçekleşeceği görülecektir. Bu açık Türkiye Cumhuriyeti bütçesinin karşılayamacağı derecede büyüktür. Zaten bütçemiz kendi içinde açık verirken, dış ticaret açığını nasıl kapatacaktır? Yerinde bir bilgi bir sonraki paragrafta yer alıyor.

Maliye Bakanlığı açıklamasına bakacak olursak, 2007 yılı merkezi yönetim bütçesinde, bütçe giderleri 204,9 milyar YTL, bütçe gelirleri 188,2 milyar YTL, bütçe açığı da 16,7 milyar YTL olarak yer aldı. Bütçede, 36,2 milyar YTL faiz dışı fazla öngörüldü.

Bu açıklamadan hareketle Türkiye Cumhuriyeti'nin dış ticaret açığındaki vahimliği de gözler önüne serilir. TÜİK'ten hareket etmeye devam edersek, son 10 yılın dış ticaret açıklarına bakalım. Bu verilerin hepsi Milyar Dolardır.

1997: 22.297, 1998: 18.947, 1999: 14.084, 2000: 26.727, 2001: 10.064, 2002: 15.494, 2003: 22.086, 2004: 34.372, 2005: 43.297, 2006: 54.041, 2007: 62.863

Görüldüğü üzere AKP iktidarından beri dış ticaret açığımız giderek artmakta. Yanlız sevindirici gelişme (!) ise bu açık artmasına rağmen ihracattaki artıştır. İhracat bu dönemde eğer yükselmese açık daha da fazla olabilirdi. Peki gelelim kritik soruya "biz ne ihraç ediyoruz?" Bu konuya da TÜİK verilerinden bakacak olursak, 2008 yılı ocak ayı ihracatımızın;

%94'ü imalat malları
%3.6'sı Tarım ve Ormancılık Malları
%1.3'ü Madencilik Malları
%1'i Diğer Mallar (bunun içinde de %0.6'yı Balıkçılık Malları Oluşturuyor.)

Gördüğünüz üzere imalat mallarının çoğunu yurt dışına ihraç ediyoruz. Yani üretimimiz olmadığı için, üretim mallarını biz kendimiz değil başkaları kullanıyor. Tarımsal ürünlerimizi ise yurtdışına ihraç edip sonra satın alıyoruz.

Dış alımın %76.4'ünü ise ara mallar oluşturuyor, yani bir malın ne ilk aşamasında ne de son aşamasında kullanılan malları. Bu ara malların ağırlığı ise mekanik ürünler ve mekanik yağlar. İmalat ürünleri sattığımız içinde bu alınan malların ne için alındığını varın siz düşünün.

Benim bakmak istediğim bir diğer noktada şu: "Döviz kuru"

Döviz kurunu düşürdüğümüz için sürekli ortalıkta çıkıp konuşuyoruz. Bundan övünç duyuyoruz. Ben şimdi size soruyorum. Türk lirası ile eş değer bir döviz kuru eğer ülkemizde varsa, siz mevcut Türk paranızla içte iyi bir şekilde üretilmeyen ürünü mü alırsınız yoksa dışta daha iyi şekilde üretilen malı mı? Açıkçası duygusal davranmayan rasyonel bir birey Türk Lirası ile yabancı para eşit olduğundan yabancı ülkenin malını alacaktır ve bu da dış ticaret açığının büyümesi anlamına gelecektir.

Döviz kurunu ise olağandan fazla bir konuma çekmek ithalatı yok edecek ve sürekli ihracat yaşanacaktır; fakat üretim için gerekli fabrikalara sahip olmayan bir ülke de ihracatın artması neyi değiştirebilir ki? Burada dikkat edilmesi gereken döviz artışlarında spekülatif karlar sağlanmasının önüne geçilmesidir.

Ekonomimiz iyiye gidiyor; çünkü insanlarıma istihdam sağlamıyoruz diye övünen bir politikacı duydunuz mu?

Çoğunuz yukarıdaki soruya mantık hatasına düşerek hayır cevabını verecektir; ama bence sürekli duyuyoruz. Çünkü etrafımız istihdam olmadığı halde ekonomi iyiye gidiyor diye dolaşan bir sürü politikacı ile dolu.

Bir de işin özelleştirme boyutu var. Sürekli bir malınızı satarsanız elinizde çok para olur. Bu paraylada kısa bir süreliğine iyi yaşarsınız; fakat gerekli yatırımları yapmazsanız sefalet yine gelir baş ucunuzda dolaşır. Bu ekonomiye gelip yabancılar yatırım yapıyorsa bu ekonomi iyidir diye düşünenlere sadece şunu söylüyorum: "Osmanlı Ekonomisi hiper enflasyona şükredebilecek bir haldeyken o dönemde Osmanlı'dan satın alınan yerlere bakın. Hangisi yabancı değil diye de kendize bir sorun."

Yazıma son verirken kendimce yaptığım bu analizlerin doğru olmasını umuyorum. Lütfen yanlış bir şeyler söylüyorsam beni bilgilendirin. Teşekkürlerimle

Gökhan DAĞ

Hukukun Üstünlüğüne Bakışları Açısından AKP ve YÖK Başkanı

Hemen hatırlatalım, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1982tarihli Anayasası'nın değiştirilemez hükümlerinden olan 2. maddesi "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." şeklindedir. Hukuk Devleti'de hukukun üstünlüğünü benimser. İşte bu yazıda hukukun üstünlüğüne bakışları açısından Adalet ve Kalkınma Partisi ile YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ı incelemektedir. Aslında birini incelemenin bile aynı sonuçları vereceğini düşünerek yazıyı kısa tutma hedefi benimsenebilir; ama bu gerçeğin halen görülememiş olması her ikisini de ayrı ayrı açıklamayı şart koşuyor.

AKP'nin Hukukun Üstünlüğüne Bakışı

Her parti kanunlarda düzenleme yoluna gidebilir. Bunu da hukukun gösterdiği çerçevede yapar, yapmalıdır. AKP yeni bir anayasa için pek tabii ki taslak çalışmaları yapabilir, kanun teklifleri hazırlayabilir ve kanunları hep birlikte evet oyu kullanarak TBMM'de geçirmeye çalışabilir. Bu AKP gibi diğer partilerinde sahip olduğu haklardandır.

AKP'yi incelemeye ve örneklemeleri bu parti üzerinden sürdürecek olursak, AKP hazırladığı kanunlarda hukukun gösterdiğinden farklı bir yorumlama getirerek hukukla çelişen bazı kararlara da imza atabilir. Yorum ve anlama farkından kaynaklanan hukuksal aksaklıkların çıkması pek tabii ki ihtimaller dahilindedir; fakat bu yapılan düzenlemelerde yorum ve anlama farkı kabul edilemeyecek düzeyde de bulunabilir. Şöyle ki; bir kanunun tasarısının, değiştirilemez hükümlere karşı oluşu (örneğin 1982 tarihli T.C. Anayasası'nın değiştirilemeyecek 3. maddesinde yazan Başkent Ankara'dır ibaresinin yerine başkenti değiştirmek için çalışmalar yapması) tabii ki kabul edilemez. Bu şekilde yapılan faaliyetler hukukun üstünlüğüne karşı olan tavırdan yana taraftar olmak demektir.

26.02.2008 tarihinde Sayın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın yapmış olduğu Parti Toplantısı'nda, "AKP'nin yapmış olduğu türban düzenlemeleri için CHP'ye, Anayasa Mahkemesi'ne gitmeyin çağrısı yaptığını belirtti. Kısacası AKP, kurumların, hukuku göz ardı etmelerini istedi; çünkü yapmış olduğu düzenleme Anaysal İlkelerle bağdaşmıyordu. Anaysal İlkelerle bağdaşmayacağını biliğini içinde CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne başvurması engellemeye çalıştı." sözlerini söylüyordu.

Yukarıdaki paragraftan anladığımız üzere, AKP İktidarı hukuka karşı olan bir düzenlemeyi yapmıştı ve bunun bilincindeydi. Bu TÜrkiye açısından çok acı bir şeydir. Partilerin demokratik haklarına karşı uzlaşmacı bir tavırla set çekmeye çalışmak ne demokratiklikle ne de hukuka saygıyla bağdaşır.

AKP'nin, Anayasa Mahkemesi'nin aldığı meşhur 367 kararına karşıda yönelttiği sözler zaten en başında AKP'nin hukuka karşı saygısı olmadığını belirtmesi anlamına gelir ki bu da çok büyük bir yanlıştır.

Sayın Deniz Baykal sözü edilen Parti Grup Toplantısı'nda ayrıca şunları söyledi: "AKP YÖK Yasası'nın 17. maddesinin bizim isteklerimiz doğrultusunda değişmesi için çalışacağını söyledi."

Peki o zaman bizde soralım, madem YÖK Yasası'nın 17. maddesi değişmeden türbanlı üniversiteye giriş mümkün değil, neden o zaman hiçbir hükümet yetkilisi evet durum budur diye bir açıklama yapmıyor ve ülkeyi kaos ortamında bırakıyor.

AKP'nin düzenleme yaptığı Anayasa'nın 42. maddesi son değişiklikle birlikte şunu diyor: "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanılmasının sınırları kanunla belirlenir."

Bu düzenleme görüldüğü üzere yükseköğretimde türban düzenlemesini Anayasa'da değil kanunlarda çözmeyi öneiyor. Bu hakkın kullanım sınırları kanunla belirleni ibaresi de topu resmen YÖK Kanuna atıyor; ama YÖK kanununda herhangi bir düzenleme olmadığı içindir ki türbanla üniversitelere girmek şu an için mümkün görünmüyor.

Deniz Baykal'da haklı olarak soruyor: "sen türban düzenlemesi için gittin MHP ile anlaşma yaptın, onu 17. madde ile ilgili konuda yalnız bıraktın. Şimdi gelmiş bana 17. maddede anlaşalım diyorsun ben sana nasıl güveneyeyim ya beni de ortada bırakırsan?" ardından de ekliyor, "senin ipinle kuyuya inenler kuyuda kaldı şimdi aynı iple bizi indirmeye çalışıyorsun."

AKP hukuka birlik, hukuka paralel düzenlemeler yapmıyor. Oysa ki sorunun çözümü oldukça basit. Yaparsın YÖK yasasında veya Anayasanın 42. maddesinde bir değişiklik, bu iş olur biter. Hukuka uygun karar almak bu kadar mı zor? Yapılan düzenlemelerin o zaman göz boyamaktan başka bir işe yaramadığı görülüyor. Gelelim değerli sosyolog Yusuf Zİya Özcan'a. Kendisine söyleyecek çok sözümüz var; fakat kendisi "isterse söylemesin" diyenlerin sözlerini bile anlamadığından ya da anlamak istemediğinden kedimizi pek yomayacağız. Kendisine sadece iki paragraflık yer ayıracağım ve sonunda da kendisini istifaya çağıracağım. Uyar veya uymaz onun kendi seçimi. İşte söz konusu o iki paragraf.

Sayın YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, aman dikkatli konuşun ipimizi çekerler, isterse söylemisin sözlerine karşılık tepkisiz kalmayı tercih ediyorsunuz da, iş türban geldiğinde ilk günden tüm yasaklar kalkacak diyerek ve bu günlerde türbana izin vermeyen rektörlere karşı suç işliyorlar diye söylemlerde bulunarak ve de yeni bir kanuna gerek yok türbanlılar girebilir diyerek neden ortalığı ayağa kaldırıyorsunuz?

Sizin hukuka karşı hiç saygınız olmadığı belli, aynı zamanda hukuktan anlamadığınız da oldukça belli. Yasaların kalkacağını nereden biliyordunuz, YÖK Başkanı seçilmeden size bazı şeyler mi söylendi, ya da size yasa koyucu gibi söylemlerde bulunma hakkı nereden verildi de yasakların kalkacağına dair açıklama yapıyorsunuz, rektörlere suç işliyorlar derken bunu neye dayandırıyorsunuz? Unutmayın ki hiç kimse yargı organları önünde suçlu sayılmadan suçlu yerine koyulamaz. Siz görev ve sorumlulullarınızı aştığınızın farkında mısınız, size şu anda kimin saygısı kaldı? YÖK Genel Kurulu bile sizin söylediklerinizin aksi yönünde açıklamalar yapıyor.

Kontrolü kaybettiğinizi düşünüyor ve sizi bir an önce istifaya davet ediyorum.

Okumadaki sabrınıza ve ilginize teşekkür ederim.

Gökhan DAĞ

Türbanlı Vatandaşlar Siyasetçilere Değil Laikliğe Sarılın!

11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik öngören yasa tasarısını onayladı. Yasayı onaylarken SAyın Gül, ayrıca bazı vatandaşların endişelerini gidermeye yönelik düzenlemelerin zorunlu olduğunu da vurguladı.

Bazıdan kastımız Sayın Başbakanımızın da belirttiği gibi yüzde 1.5'luk kesimse, DTP'nin aldığı oyların hesabını burada yansıtmaya gerek yoktur. Verdiğimiz açıklamaları, geçiştirici nitelikli seçmek, bazı geçiştirilemeyecek sorunların doğmasına neden olabilir.

Bir devletin anayasasını bazı vatandaşların isteklerine göre ayarlamak tabii ki göze ve kulağa hoş gelen bir konudur; ama bir devletin anayasasının değiştirilemecek hükümleri varsa ve sizde bazı kesimlerin endişelerini gidermek için bu hükümlerin aksi yönünde kararlar alıyorsanız orada biraz durup düşünmek gerekir. Türkiye laiktir ve laik kalmalıdır.

Peki efendim laiklik türbana karşı mıdır?

Laiklik savunucularının ve laiklik düşmanlarının anlaması gerekn bi konu var. O da laikliğin kesinlikle türbana karşı olmadığıdır. Laiklik, türbanın toplum içerisinde kullanılmasının garantisidir. Bunun aksini savunmak, Irak'ta nükleer silah var demekle aynı şeydir. Yani yalandır. Bu konuda daha detaylı bilgileri 1 Mart'ta çıkaracağımız Politika Dergisi'nin deneme sayısında anlattık. Umarım okursunuz.

Peki türbanlı(vadantaş)lar laikliğe karşı mıdır?

Bu oldukça hassas bir konudur. Burada kesinlikle tüm türbanlı vatandaşlarımızın doğrudan laikliğe karşı olduğu izlenimi doğmasın. Bunu üzülürek söylüyorum ki, türbanlı vatandaşlarımız belki bilerek, belki de bilmeden laikliğe karşı gelmişlerdir.

Türban üniversitelerde olsun diye savunmak, sanki tüm derdimizin bu olduğunu savunmak çok yanlıştır; ama bilinmesi gereken bir şey de vardır ki türbanlı vatandaşların okuma hakkının elinden alınması bir sorundur. Az önce belirttim, yine belirtiyorum türbanlı vatandaşlarımız belki bilerek belki de bilmeden laikliğe karşı gelmişlerdir. Şu anda saçmaladığımı düşünen olabilir ama ben yine de doğruları söylemeye devam edeceğim.

Laik türbanlı arkadaşlarım var ve ben hepsiyle gurur duyuyorum; fakat laikliğe düşman olan arkadaşlarım da var ve ben hepsine doğru yolu göstermeye çalışıyorum. Bilmeden laikliğe karşı gelenleride var ve ben onlara şimdi yazdıklarıma kulak vermelerini diliyorum.

Laiklik din ve vicdan özgürlüğünü kişilerin dilediğince değerlendirmeleri ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, her türbanlının, türbanını takıp dolaşmasından daha doğa bir şey olamaz. Türban denilen başörtüsünün, siyasete alet olduğu o kara günden beri, türban dini bir simge sayıldığından laiklik savunucularının türbana karşı bakış açıları değişti; çünkü türban artık devlet işleriyle düzenlenen bir dini simge olmuştu.

Özetlersek, laiklik kişilerin toplumda dinini istediği gibi yaşamasının temel koşulu ve aynı aynı zamanda kişilerin devlet kurumlarında dinini yaşatmak istemesine karşı koymanın yine temel koşuludur.

Gelelim kritik sorularımıza, hangi türbanlı arkadaşımız, başlarında kutsal saydıkları türbanlarını siyasete alet edenlere karşı direndi, hangi türbanlı arkadaşımız ve kardeşimiz türbanlarından oy alanlara karşı ayaklandı? Türbanlı arkadaşlarımızın bir kısmı kendi aralarında toparlanıp, siyasilere gidip de kara çarşafıda onaylayın demediler mi, toplanıp basın duyuruyla Başbakanlarına daha fazlasını ver demediler mi?

En nihayetinde türbanlarının siyasete alet olmasına ses çıkardılar mı?

Türbanlı arkadaşlarımızın anlaması gereken bir şey var. Laiklik, onların siyasetçilerden daha fazla sarılmaları gerektiği bir şeydir. Laiklik dinsizlik değil, dinini özgürce yaşamanın ön koşuludur.

Üzülerek söylüyorum ki, türbanlı arkadaşlar taktıkları dini simgeyi, siyasetçilere kendi elleriyle götürüp bunu siyasete alet ediyorlar.

Kendinize iyi davranın, başta da türbanlı dostlarım. Tüm laiklerin sizin türbanınızın özgürce, siyasete alet edilmeden takılması gerektiği için çalıştığını unutmayın.

Saygılarımı sunuyorum. Okumadaki sabrınıza ve ilginize de teşekkür ediyorum.

Gökhan DAĞ

23 Şubat 2008 Cumartesi

Biz Bize Benzeriz...

Yekta Güngör Özden, Laiklik İçin adlı kitabının 1. basımının 323. sayfasında şunları konuşuyor: "Atatürk içimizdedir ve sonsuza dek yaşayacaktır. Değil yıllar, çağlar geçse ona koşacak, ondan güç ve haz alacağız. O, bizim için doyumsuz bir kaynak, ulusal bir ülküdür. Türkiye'nin soyut ve somut tüm değerlerinin adıdır. Türk ulusunun ve Türk yurdunun değişmez simgesidir."


Yekta Güngör Özden, olaya çok iyimser yaklaşıyor olmalı; çünkü şu günlerde Atatürk'ün ve Kemalizm'in o kadar önemsendiği yok. Emrah Demir Örs'ün de bir yazısında belirttiği gibi, Kemalizm liberaller tarafından bile bir statükoculuk olarak görülüyor. Çağlar geçiyor; ama ona koşacak, ondan güç ve haz alacak kişilerin sayısı nedense azalıyor. Gençlerimiz bile, gençliğe hitaben konuşan Ata'larını artık önemsemekten uzak görünüyor.

Amacım, Yekta Güngör Özden'in düşüncelerini burada çürütmek değil, kendisiyle hususi bir hasımlığımda yok. Amacım bugün itibariyle Türkiye'nin durumunu bu açıdan gözler önüne sermek.

Yine Yekta Güngör Özden'in yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de bulunan cami sayısı, Türkiye hariç tüm dünya da bulunan cami sayısından fazla. Ben bu araştırmayı bir internet sitesinde yazmış olduğum makalede belirtirken dinsiz olarak suçlanmıştım. Hayır aslında bunun dinsizlikle bir alakası yok. Bunun israfla bir alakası vardır ki varın onun haramlık kısmını varın siz düşünün. Bana dinsiz diyenlerden birinin iddiası şu şekilde idi: "Ben camii üniversiteme uzak diye, 15 dakika yürüyerek Cuma Namazına gidiyorum. Bu yüzden de derse yetişemeyip, üniversitemi uzatıyorum. Sense camiler fazla diye burada konuşuyorsun. Ogün Samast'lardan dışarıda yok mu sanıyorsun?". Arkadaşımızın düşündüğüne saygı duyuyorum; ama o aydın bir genç olarak neden cami yapılmasından çok üniversite yapılmasını savunmuyor ona da şaşırıyorum. Sanırım sorunu işsizlik ile mücadele.

Atatürk'ün Bursa Nutku'nu anarşizm sayanları unutuyor Sayın Yekta Güngör Özden. Kendisinin Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak, Atatürk'ün bu nutkunun mahkemelere düştüğünü unutmaması gerekir. Amerika'ya kaçma gibi bir fırsatı bulamadığı içinde Bursa Nutku'nun başına gelenleri, hatırlaması gerçekten özel ve güzel olacaktır.

Şeriatın kestiğiparmak acımaz diye düşünenlerin ülkesine dönüştüğümüz bu günlerde ben Sayın Yekta Güngör kadar iyimser olamayacağım. Kendisi "Atatürk'ü anlamak, amacını ve ilkelerini kavramak, ona layık olmanın ilk koşuludur." diye kitaplarına yazılar yazarken, bu ilk koşulu bile yerine getiremeyenlerin Anayasa'yı değiştirmeye çalıştıklarını biliyor mu acaba?

Kendine gel Sayın Yekta Güngör Özden, yazdıklarınla okuyucuyu yanıltıyorsun, çok iyimsersin(!)

Bir kere Sayın Yekta Güngör Özden, sen bilmiyor musun, Çanakkale Savaşı evliyalar ile kazanıldı. Hani şu bizi Sarıkamış'ta yalnız bırakan evliyalarla. Yazdıklarına dikkat etmelisin. Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı olarak sen bilmiyor musun ki, senin Başkanı olduğun bu kurum Atatürk'ün ilkelerinin izinde yürüyenleri 367 kararıyla sekteye uğrattı. Kendine gel Sayın Özden.

Bir de çıkıp utanmadan diyorsun ki, laiklik ve aydınlanma aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmadır. İyice çığrından çıktın sen Sayın Özden, bir kere laiklik kiliseyle ilgili bir kavramdır. Hiç mi Abdurrahman Dilipak'tan bir şeyler öğrenmiyorsun, hiç mi vikipedia denilen sitelere girmiyorsun?

Ve son olarak beni affet Sayın YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN...

Saygılarımı Sunuyorum. Başta da değerli hukukçu Sayın Yekta Güngör Özden'e...

Gökhan DAĞ

14 Şubat 2008 Perşembe

İklimlerden Ekonomiye: Bir Yıkılış Senaryosu

Türkler yani biz farklı insanlarız. Her yönden...

Siyaset ve iklimi dolayısıyla da coğrafyayı birlikte inceleyen daha doğrusu incelemeye çalışan düşünürlerin çoğunlukla savunduğu görüş şudur: "Soğuk iklimlerde yaşayanlar, kendilerini sıcak tutmak için çok çalışırlar, savaşırlar ve bu sebeple bu insanlar çok cesur ve gözü karadır. Sıcak iklimlerde yaşayanlar ise miskin olurlar. Tembellik onların vücutlarına ağır bir yük gibi baskı yapar; ama bu insanlar soğuk iklimlerde yaşayan insanlara göre daha ahlaklıdırlar. Soğuk ülkelerin halkları ise daha özgürlükçüdür; ama bu özgürlükleri başkalarının özgürlüklerini yok etmeye de yönelebilir."

Orta Asya gibi bir yerden Anadolu'nun topraklarına yol almış bir millet olarak, soğuktan sıcağa geldiğimizi kimse inkar edemez. Bu durumunda bizde tembellik yarattığını eski düşünürlerden yola çıkarak savunmak mümkün. Bizim Orta Asya'daki savaşçı kimliğimize bürünmemiz şu anki toplu durumda düşünülemez; ama bu savaşçı kimliğe silah bürünmeden de sahip olmamız gerekir. Kısacası tembellik bizim içimize işler durumda. Türk insanı zora geldiğinde savaşır diye kendini avutanlara şunu söyleyeyim: herkes zora geldiğinde savaşır.

Konuyu fazla dağıtmanın bir anlamı yok. Özelleştirme mantığımıza ve Migros'un çoğunluk hisselerinin satışına değinmek istiyorum. Öncelikle özelleştirme mantığımızdan bahsedelim.

Kapitalizm serbest piyasa ekonomisine dayanır. Devletin ekonomiye müdahalesi kapitalist sistem tarafından eleştirilir. Klasiklerin savunduğu bu görüşün büyük felaketlere yol açtığı 1929 Ekonomik Bunalımı'nda görüldü. Kısacası ekonomiye müdahale etmeyen bir devlet tüm riskleri göze almış demektir. Bizim özelleştirme mantığımız klasik görüşe daha uygun geliyor olacak ki devletin sahip olduğu kurumları birer birer özelleştiriyoruz.

Telekomu sattık. Başka bir örnek vermeyeceğim. Satılan Telekom yıllık kazandığının çok üstünde bir fiyata satılmadı. Yani satın alanlar yatırdıkları sermayeyi şimdiden çıkarttılar ve üzerlerine büyük kârlar eklediler. Bu kazancı devletimiz elde etseydi daha iyi olmaz mıydı? Tabii ki daha iyi olurdu; ama o zaman sıkışan ekonomiyi açmak için bu paraya aniden ihtiyaç duyuldu. Sonra da gelip ekonomiyi düzeltiyoruz sözleri doruğa çıktı.

Özelleştirme aslında sanıldığı kadar kötü bir şey değildir. Kötü olan bu işin bilinçsizce yapılmasıdır. Ekonomiyi oy kaygısıyla satışa çıkarmak, kısa vadeli çözümler sağlamaktan başka bir şey değildir. "Satın Telekom'u para gelsin, satın Tüpraş'ı para gelsin. Ekonomi iyi diye gösterilsin, sonrası Allah Kerim." bu mantıkla yapılan özelleştirme felaket getirir. Satılan şirketlere Uzan'ın şirketleri gibi muamele yapamayacağınıza göre kontrolun kaybedildiğinin kabul edilmesi gerekir. Ayrı bir konu da ülkenin kulağının, istihbarat açısından hayati önem taşıyan Telekom'un satılmasının yarattığı ters mantıktır.

Tekel durumundaki firmaları özelleştirmek ve yerine devlet eliyle yeni yerler açmamak mantık dışıdır. Piyasadaki rekabet hacminin düşmesi ekonominin düzenini altüst eder.

Kısacası soğuk iklimden sıcak iklime geçmek bizdeki enerjiyi yok eder oldu. Kısa vadeli çözümlerle, oy kaygısıyla hareket ediyoruz. Bakın Montesquieu İklimler Kuramı'nda ne demiş: "Bir insanı sıcak bir yere koyun; hemen kalbinin sıkıştığını, baygınlıklar geçirdiğini görürsünüz. Bu durumda ona canlanmasını teklif edin, öyle sanıyorum ki pek istekli davranmayacaktır ve kendini koruma korkusuna kapılacaktır."

Montesquieu'dan hareket edersek bizim de başımıza geleni daha rahat anlarız. Soğuktan sıcağa gelmek bizim enerjimizi az biraz değil çokca yıktı. Bize canlanmamızı teklif eden yok ama, ede olsa bile pek istekli değiliz. Oy korkusundan da bzim istekliliğimiz ekonomik anlamda küçük bir canlanma yani kısa vadeye dönük özelleştirmeler oluyor.

Benim anlamakta zorluk çektiğim bir diğer konuda şu: Ekonomideki tekel firmaları satarken kazandığımız kısa vadeli çıkarlar ekonomiyi canlı gösteriyorsa, bu kısa vadenin vadesi mi doldu ki Migros satılıyor?

Hiper marketlerin artık süper marketlere dönüştüğü şu günlerde en büyük marketi 3M (MMM) olan Migros bu sınırın üstüne çıktı ve 5M marketlerini hayata geçirdi. Migros büyüyor diye düşünürken birden çoğunluk hissesi bir İngiliz şirketi olan BC Partners'a 1.98 Milyar YTL'ye satıldı. Bu şirket dünyanın önde gelen fon şirketlerinden biri ve aynı zamanda Baymak firmasının da ortağı.

Ekonomi iyiye gidiyordu da neden Türkiye'nin önde gelen Koç Grubu Migros'u sattı. Özelleştirmelerin pili mi bitti?

En kısa zamanda Duracell'e bir yerleri özelleştirelim o zaman.

Hem o'da yabancı

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

12 Şubat 2008 Salı

Şeriatın Bir Göstergesi: Türbanlı Arkadaşların Aceleciliği

Türkiye'nin türban sebebiyle huzurunun kaçtığı elbette bilinen bir gerçek; fakat bu günler, sonra ki günlerin daha huzursuz bir hal alacağını gösteriyor. Uyarıyorum Türkiye el altından değil, açıkça şeriata sürükleniyor. Bunu gösteren göstergelerden sadece birisi de üniversitelere kanunsuzca giren türbanlı öğrencilerdir. İddiamı okuyunca umarım bana hak verirsiniz.

Hukuk Devleti olarak Türkiye, şeriatın kurallarına yenik düşürülmeye çalışılıyor. Bu da açıkça, şeriat hükümlerinin uygulanması ve var olan hukuk kurallarının çiğnenmesiyle oluşuyor.

En başta belirtelim ki türbanın kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'de açıkça şart getirildiğine dair şüpheler vardır. Türbanlı vatandaşlarımızın bu şüpheleri taşımadığı ise her hallerinden bellidir. Kısacası türbanlı vatandaşlarımız için, türbanla gezmek dinimizin bir emridir.

Biliyorsunuz ki üniversitelerde türbana serbestlik tanıyan düzenleme TBMM'den geçti. Bunu bilmenin, getirmesi gereken başka bir bilme daha olmalıdır ki o da TBMM'den geçer oy alan her düzenlenmenin kanunlaşmadığıdır. Resmi Gazete'de yayınlanmayan hiçbir düzenleme geçerlilik kazanamaz. Bir öğrenci bunu bilmiyorsa zaten hiç üniversiteye girmesin.

Görüldüğü ve bilindiği üzere türbanla ilgili düzenleme henüz resmi gazetede yayınlanmamıştır. Buna rağmen türbalarını giyen arkadaşlarımız üniversitelere girmişlerdir. Yani Türkiye Cumhuriyet'nin var olan kanunlarını çiğnemişlerdir. Bunlara izin veren Sayın rektörleri ise anlamak mümkün değildir. Rektörlük ciddi bir iştir ve kesinlikle kanun dışı hareket etmeyi gerektirecek bir mevki de değildir. Kanunlar, rektörler dahil herkesi bağlar.

Bugün geldiğimiz nokta da ise Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunlarının (var olduğu bile tartışmalı olan) dini kurallar sebebiyle çiğnendiğini görüyoruz. Bu şeriat değil de nedir, türbanlı vatandaşlar bu yetkiyi nereden almaktadır, Rektörlerin karışıklık çıkmasın diye yaptıklarını söyledikleri bu uygulama Türkiye Cumhuriyeti'nin temel kaideleri ile nasıl örtüşür?

Kanunların, çiğnendiği bir yerde nasıl demokratik, laik bir hukuk devletinden söz edilebilir, bu anayasanın değiştirilemez hükümlerine yönelik bir saldırı değil midir?

Türbanlı vatandaşlarımızın başına türbanı almalarından önce akıllarını başlarına almaları gerekmektedir. Bu şekilde üniversitelere giriş yapan ve onlara sesini çıkartamayanları kınıyorum. Bu Türkiye Cumhuriyeti'ne yapılmış bir saygısızlıktır.

Kısacası şeriatın hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından üstün görmek, şeriata bir yönelimdir. Bunun bir başka örneğini siz değerli okuyuculara göstereyim. 23-24 Haziran 2007 tarihinde Açık Lise sınavına türbanlı giren öğrencileri rapor etmeyenleri, rapor eden öğretmenler hakkında bir soruşturma açılmıştır. Danıştay'ın türbanla sınava giren öğrencilerin sınavını geçersiz saymasına rağmen, türbanla sınava giren öğrencileri rapor etmeyen ilgililer suçsuz bulunmuş, türbanla sınava giren öğrencileri rapor etmeyen ilgilileri rapor eden öğretmenler hakkında soruşturma açlımıştır. Türbana yönelik tüm tepkiler engelenmektedir.

Dini kuralların, Türkiye Cumhuriyeti kuralları karşısında kollanması da şeriat isteminin bir diğer göstergesi değil midir?

Türkiye bugünlerde çok zor bir sınav vermektedir. Umarım bu yazıdan taraf olanlar bu sınavı geçerler. Yoksa beyaz çarşafla yola çıkanlar o çarşafı tutup kefenimiz yapacak.

Saygılarımı sunuyorum.

Gökhan DAĞ

Türkiye'de Eğitim Özgürlüğü ve Şeriat Bağlantısı

Özgürlükler verilmez, alınır mantığı kendi içerisinde ve dışarıdan bakıldığında gerçekten özgürlükçü bir tutumdur. Kısacası zamanımızda siyasi otoritelerin verdikleri özgürlükler, halk için değil kendileri içindir. Bu durumunun nerdeyse tamamen zıt şeklini ise Mustafa Kemal ATATÜRK iktidarı sırasında görmek mümkündür.

Liderimiz, Ata'mız kendini düşünseydi eğer, bu ülkeye şu an Cumhuriyet kelimesini eklemebilir miydik? Kelime demekle yanlış yaptığımı falan düşünmeyin; çünkü günümüzün çalışmaları, Cumhuriyeti, anlamından arındırıp sadece kelimesel işleve dönüştürmekten geri kalmıyor.

Eğitim Özgürlüğü Çalışmaları da bu faaliyetler arasına girebilir. Şimdilerin eğitim özgürlüğü getirme çalışmaları içerisinde olanları Sayın Soner Yalçın çok güzel araştırmış. Bakalım Soner Yalçın, AKP İktidarının erkek üylerinin eşlerini nasıl anlattığına (İtalik yazılar benim görüşümü yansıtmaktadır):

Emine Erdoğan: Tüm kızları çok iyi derecelerle, çok iyi okullardan mezun oldu; ama çalışmıyorlar. Okul bitti ve evlenip, evlerinin hanımları oldular. Emine Erdoğan ise örtünmesi gerektiğini abisinden duyunca intiharı düşündü. Sonrasında 15 yaşında örtünüp, okulu bıraktı.

Hayrünnisa Gül: 11. Cumhurbaşkanımızla görücü usulu evlendi. 14 yaşındaydı, Abdullah Gül ise 29. Yasal olarak 14 yaşında evlenilemeyeceği için 15 yaşına girmesi beklendi. Evlendikten sonra açık olan başı örtüldü. Başarılı öğrencilik hayatı da sona erdi. Abdullah Gül o zamanlar üniversitede asistandı. İlginç olan bir eğitimcinin nasıl birini eğitimden alıkoyduğudur.

Münevver Arınç: Bülent Arınç'ın saygıdeğer eşi. Okuduğu okulun en başarılı öğrencisiydi. Okulundan mezun olup öğretmenlik görevine başladı. Babasının ısrarlarıyla 22 yaşındayken 31 yaşındaki Bülent Arınç'la evlendi. Açık olan başı örtündü ve öğretmenliği bıraktı. Yeni nesilin onun eseri olması artık elinden uçup gitmişti.

Bu örnekleri artık uzatmayacağım. Daha detaylı bilgiyi Sayın Soner Yalçın'dan okumak için Tıklayınız.

Sonuç olarak eğitim özgürlüğü için sürekli didinip duruyoruz; ama eğitim özgürlüğünü ne kadar kullandırdığımıza hiç bakmıyoruz. Bu yapılanlar bir pişmanlık göstergesi de olamaz herhalde; çünkü ananıda al git diyenlerin duyduğu pişmanlıklar bu ülkenin hala kulaklarına gelememiştir.

Zaten çıkartılmaya çalışılan yasa da bunun bir örneğidir. Üniversitelerde takılı olan türban, üniversite hayatı sonrasındaki iş hayatı sürecinde çıkartılacaktır. Kısacası okuyun, evlenin ve örtünüz sizin olsun mantığı. Eğitim Özgürlüğü için uğraşanlar neden Çalışma Özgürlüğünü düşünmemektedir? Yoksa seriat için düşünülen çalışmanın, Çalışma Özgürlüğü ile ilgili olan kısmı için gerekli zemin hazırlanamamış mıdır? Doğrusu bu galiba; çünkü türbanın üniversiteye girişi şeriata yönelik ilk adımdır ve ilk adım atılmadan sonraki adımlar atılamaz.

Fettullah Gülen'in yeterince okulu vardır ve Türkiye'deki üniversiteler onun okulu olmayacakladır. Amerika'da yaşayan bu insan bunu bilmek zorundadır.

Okumak Türkiye'de herkesin hakkıdır; ama Türkiye Cumhuriyeti'nin temel mantığını kabullenmiş herkesin, başka kimsenin değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin bu temel kaidelerine karşı gelen, şeriatın kurallarını benimsemiş bir eğitim düşünülemez. Üniversitelerde türbana karşı değiliz sadece türbanın şeriatın adımı olmasına karşıyız ve Türkiye'de türban siyaseten bu amaç için kullanılmaktadır.

Neyse ki ben hala türban yasasının kabul edilmeyeceği görüşünü taşıyorum. Anayasa Mahkemesi'ne ve türbanın yasallaşsa bile kabul edilmeyeceği görüşünü savunan Erdoğan TEZİÇ hocama güveniyorum.

Saygılar, umarım sinirimi bağışlarsınız değerli okuyucular.

Gökhan DAĞ

AKP'nin Demokrasi Mantığı

Her ülkenin siyasi hayatı benzerlikler gösterse de farklı anlamlar taşır; fakat dikkatler ülkemize yöneldiğinde, her zaman söylerim, benzerlikler neredeyse yok oluyor. Birçok ülke demokrasiyi bir amaç olarak görürken, biz ise gidip demokrasiyi kirli çıkarlarımız için araç olarak görüyoruz.

"Demokrasinin birden çok tanımı olmasına katlanabiliriz, ama bu tanımlar demokrasiyi alırda demokrasiden başka bir şeye götürürse işte o zaman bu iş katlanılmaz bir hal alır" sözünü söyleyen G. Sartori, yaşanmakta olan ve yaşanması muhtemel tehlikeri çok güzel gün ışığına çıkarıyor. Hitler de bir demokrasi tanımı yapmıştı; ama onun demokrasisi hiç de demokrasi değildi. Kısacası demokrasi, halka yönelik bir nosyon olduğu için, iktidarların halka yakın olduklarını göstermeleri yönünden epeyce işlevsel olmuştur. Demokrasiyi övülmesi gerekenden fazla övenler ise, demokrasiyi sadece amaçları için bir araç mantığında kullanmışlardır.

AKP'nin demokrasi mantığından bahsetmemiz gerektiğini hatırlayınca aklıma birden türbanın da demokrasinin araçsallığına vurgu yapabileceği düştü. Demokratik hak olarak türbanı öne sürmek ve onu kabul etmek, demokrasiyi, şeriat uğruna kullanmaktan başka bir şey değildir.

Sürekli özgürlüklere vurgu yapıyoruz ve her alanda özgürlük istiyoruz. Bu isteminde demokratik bir hak olduğunu savunuyoruz; ama unuttuğumuz bir nokta var ki o da demokrasinin özgürlüğü liberalizm kadar savunmadığıdır. Dinsel motifleri, liberal argümanlarla kullanmaya çalışmak sadece öze itaatsizlikten ibarettir. Neyse daha fazla konuyu dağıtmamanın yerinde olacağını düşünüyorum.

Demokrasi azınlık haklarını savunan bir rejimdir. Farklılıkların, aynılaştırıldığı anda demokrasi rejimi tehlikeye düşer. Bunun yerini bir bütünselliğe vurgu yapan totalitarizm alır. İşte AKP demokrasisi de tam bu nokta da eleştiriye uğramalıdır. Kısacası Müslümanlığı, farklılıkları yok edici bir biçimde öne sürmek demokrasi için bir tehdittir. En kötüsü de bu laiklikle bağdaşmaz. Nihayetinde farklılıkları Müslümalık potası altında eritmek demokrasinin mantığıyla çelişir.

Demokrasi kadrolaşmadan yana değildir. Eşitlik ilkesiyle çelişen kadrolaşma harekatı kesinlikle demokrasiyle çelişir.

Bu örnekleri arttırmak tabii ki mümkündür. Mesela Sayın (Cumhurbaşkanından sorumlu) Başbakan Almanya'da (Köln) son olarak "Türban tartışmalarının, ekonomiyi olumsuz etkileyeceği yönündeki eleştirileri yanıtlayarak, “Demokrasi ve ekonomiyi atbaşı götürdüğümüzde, kimse bizimle yarışamaz, yasaklarla demokrasiden uzaklaşarak bir yere varılamaz” dedi." Yorumsuz olarak sizin huzurunuza sunuyorum.

Demokratiklik demokrasiyi her yerde kullanmak değil, ona uygun hareket etmektir. Her yerde özgürlükleri ön plana çıkarmak, özgürlük istemeye hakkı olmayanları özgürlük istemiyle dağa yollamaya sebep olmaz mı?

Daha fazla konuşmayacağım.

Sonuç olarak AKP demokratiktir bir partidir; ama sadece Osmanlı siyasal yaşamına göre...

Teşekkürlerimi sunuyorum.

Gökhan DAĞ


11 Şubat 2008 Pazartesi

Türban Konusundaki Saptırmalar ve Kendimizce Gerçekler

Bugün kısmetse türban konusundaki son yazımı yazıyorum demeyi çok isterdim; fakat yaşananları göz önünde tuttuğumuzda türban meselesiyle daha çok ilgileneceğiz gibi gözüküyor. Benim iddiam türbanın her yönüyle ve her kesimce saptırılan bir obje olduğudur ve bu doğrultuda da yazımdaki amaç, türban konusundaki saptırmalara işaret ederek türbana objektif bir anlam yüklemektir.

Türban konusundaki saptırmaları maddeler halinde sıralayarak amacıma ulaşmayı hedefliyorum ve siz değerli okuyuculardan da her maddeden sonra objektif bir tutumla düşünmenizi istiyorum.
  • Türkiye'de türbanı tümüyle yasakmış gibi göstermek isteyenler, türban konusundaki ilk saptırmanın mimarlarıdır. Şu bir gerçektir ki Türkiye'de türban tümüyle kesinlikle yasak değildir.
  • Türban, Türkiye'de dini yönünden çok siyasi yönüyle anılan bir objedir. Doğruyu söylemek gerekirse türbanın dini tarafı, siyasi tarafının arkasında kalmıştır.
  • Türban takan her vatandaş doğrudan rejim düşmanı sayılamaz. Türbanı takmak ve türbanı istemekse aynı şeyler değildir.
  • Türban takmakla kazanılacak özgürlükler, diğer başka özgürlüklerden çok daha öte sayılamaz. Türbanın vereceği özgürlük hissi kesinlikle diğer özgürlüklerden fazla olamaz. Eğer fazlalık konusunda bir eminlik varsa, bu şeriat devleti isteminden başka bir şey değildir ve kesinlikle rejime yönelik bir tehdittir.
  • Türban kesinlikle İslâmın şartı değildir. Türbanı İslâm'ın şartıymış gibi dayatmak, rejime yönelik bir saldırıdan öte dine yönelik bir küfürdür.
  • Türbanlı vatandaşlarımız, türban meselesini kişiselleştirmektedir. Dini bakımdan bireysel özgürlüklerini, toplumsal özgürlüklerinden üstün görmek doğru bir davranış tarzı olamaz.
  • Türban, Türkiye Cumhuriyeti'nde şeriat rejimine yönelik büyük bir adım olarak kullanılmaktadır.
  • Türbanın okuma özgürlüğü ve çalışma özgürlüğü alanlarındaki kısıtlaması bir gerçektir. Bu kısıtlamayı sonlandırmak için devreye giren siyaset, din ile devlet işlerini birbirine karıştırdığından bu akla şeriat rejimini getirmektedir.
  • Türbanlı üniversiteye girmekle, kesinlikle demokrasinin yerini bir anda şeriat almaz; fakat demokrasinin şeriat rejimine dönüşümüne büyük bir adım atılmış olur. Kısacası şeriat rejimi için türban her şey değildir; fakat çok şeydir.
  • Türban takan bir vatandaş şeriat istemeyebilir; fakat bu onun şeriat için oyuncak olduğu anlamını yadsımaz.
Belli başlı birkaç saptırmayı siz okuyuculara göstermeye çalıştım. Bu saptırmaları gösterme çabasının, bir saptırma olduğunu öne sürmek tabii ki bir eleştiri olarak kabul edilebilir; fakat yukarıdaki maddeleri mümkün olduğunca objektif olarak yazmaya çalıştım. Objektif olamadıysam inanın bana ki bu türban tartışmalarının vermiş olduğu bunalımdandır.

Kısacası, Türban; siyasetin eli altında kirlenmiş fakat bu kirlenmeyi de önemsememiş bir obje olmaya devam etmektedir. Türbanlı vatandaşlarımızın bana özgürlük, diye sokağa çıkmalarının kimseye özgürlük getirmeyeceği, var olan özgürlükleri de tehlikeye atıcı bir boyutu vardır.

Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

31 Ocak 2008 Perşembe

İhsas-ı Rey'in Organlara Dağılışı ve Sonuçlar

İhsas-ı rey bu zamanların moda kavramı olmakla beraber en genel anlamda oyunu önceden belli etme anlamına gelir. Gizli oy ilkesiyle çelişik görünen bu kavram aslında sanıldığı kadar gizli oy ilkesiyle çelişik değildir; çünkü gizli oy ilkesi demokrasiler içinde var olabiliyorsa, fikrini açıkça savunmakta demokrasilerde var olduğundan, aslında çelişiklik bir bakıma anlamını yitirmiş olur. Kısacası gizli oy ilkesinin var olduğu (ki olmak zorundadır) bir demokraside, demokrasinin doğası gereği ihsas-ı rey yok sayılamaz.

Göründüğü üzere ihsas-ı rey taraf olmak anlaşılmaktadır. Türban konusundaki yaşanan tartışmalar sonrası hatırlayacağınız üzere, yargı organı (kuvveti) türbana karşı olduğunu açıklamış ve Sayın Başbakanımızca ihsas-ı reyle suçlanmıştı. Başbakan ihsas-ı reyi yargı organına yakıştıramamıştı. Kısacası Başbakanca yargı, görevinden sapan bir organdı ve amacı öz amaçlarıyla tutarsızdı.

Sözlerimizi dikkatli seçerek Başbakanımızın yaşanan olayı nasıl saptırdığını göstermeye çalışalım; çünkü bir anlam bulanıklığı yazımızı haksız kılabilir. İşte Başbakanımız da kendince bir anlam bulanıklığı yaratarak kendisini ve türbanı masum göstermeye çalışmıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesini burada oturup açıklayamayacağımdan size sadece şunu söylemek istiyorum: Kuvvetler ayrılığı olan bir rejimde kuvvetlerin kendilerini ifade etmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ayrı kuvvetlerin İhsas-ı rey davranışındaki taraflılığı sadece ülke çıkarları adına olabilir.

Yürütme organının ikili yapısından biri olan Bakanlar Kurulu, nasıl ki, türban konusunda taraf olabiliyorsa (ki bunun ülke çıkarlarıyla bağdaşan tarafını ben kendimce bağdaştıramıyorum), yargı da türban konusunda, türban taraftarı olmayabilir. Başbakan ve dolayısıyla güdümündeki (!) Bakanlar Kurulu türbanı ülke çıkarlarıyla özdeşleştirdiği için, bu özdeşleştirmeyi benimsemeyen kurumları ihsas-ı reyle şuçlamışlardır.

Yargı ülke çıkarlarını hukuka bağlılıkta görür ve bu görüş yargının en doğal görüşüdür. Ortada türban konusunda alınmış olumsuz bir karar varsa ve bu kararı da belirli yargı organları vermişse, diğer yargı organlarının ve o kararı veren yargı organının, söz konusu karardan taraf olmasından daha doğal bir şey olamaz. Evet bunun adı ihsas-ı reydir ve bu ihsas-ı reyi çok olumsuz bir şeymiş gibi herkes haddini bilecek diyerek açıklamalarda bulunmak cahil kandırmaktan farksızdır. Bu yargıyı hedef göstermekten başka bir şey değildir.

Başbakanın yapmış olduğu bu davranış sorgulanmalıdır. Bu ülkede herkesin gücü yettiğine konuşmasından doğabilecek kaos ortamının sorumlusu kimdir?

Gelelim kritik sorulara, türban serbestisinden taraf olduğunu binlerce kez açıklayan, hatta eşini türban serbestisi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yönlendiren bir Cumhurbaşkanı acaba ihsas-ı rey(in Kralını) yapmış mıdır, yapmışsa Başbakan kendinden taraf olduğu için mi Cumhurbaşkanını ihsas-ı rey yaptı diye suçlamamaktadır?

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, kuvvetlerin birbirlerinden üstün olmadığı kriterine de dayanıyorsa, Başbakan'ın yargı görüşünü açıkladığı diye onu tehdit eder gibi "haddini bil" demesi, ne kadar demokratiktir?

Demokrasi sadece türban değildir ve bu demokrasi sadece türbanlılara özgü de değildir. Türban uğruna demokrasinin kurumlarına bu şekilde davranmak demokrasiyi sadece baskıcı bir rejime dönüştürür ve bu inanın bana türbanlı olanların bile zararınadır.

Teşekkürlerimi sunar bu hükümetten taraf olmadığımı belirtirim, işte ihsas-ı rey budur ve emin olun ki ülke çıkarlarınadır.

Gökhan DAĞ

Devirler Arasında Bir Defter

Siyaset devirlerin kapanmasına ve açılmasına sahne olan bir bilim dalıysa, siyasetçi de bu devirlerin önemli bir bireyidir. Siyaset, devirlerin kapanış ve açılışına etki eden siyasetçileri içinde barındırdığı için belki suçlanabilir; ama siyasetin bu yapısının da ayrı bir kutlama törenine layık olduğu unutulmamalıdır.

Şimdi bu girişten sonra sorulması gereken, bugünlerde siyasetin sırf siyasetçiyi içinde barındırdığı için suçlanması mı yoksa kutlanması mı gerektiğidir. Zıtlıklar seçim yapmayı gerektir ve seçimlerde bizim seçtiğimizden yana olduğumuza bir imza atar. Kısacası seçmek, seçmemek unsurlarını da içinde barındırır.

Gelin Atatürk'ü bir devri kapattı diye suçlayalım. Peki Ata'mızı suçlarsak kimi kutlayacağız, Atatürk'ün devrim yasalarını hiçe sayanları mı?

O halde gelin Atatürk'ü suçlama aptallığından vazgeçelim. Onu kutlayalım ve saygıyla önünde eğilelim. Atatürk'ün önünde saygıyla eğilmeyi sadece Anıtkabir'e gidildiğinde gerçekleştiren insanları suçlayalım. Onun yasalarına karşı gelenleri suçlayalım.

Demokrasi de çoğunlukta bulunanlar, azınlığa çektirdiklerini ancak azınlık konumuna geldiklerinde anlarlar. Çoğunluk daha öncesinde çektirdiklerini biliyorsa bu rejim demokrasi değil açıkça bir sadizmdir. Mazoşistseniz bilemeyeceğim ama ben bu sadizim rejimine karşıyım. Bu sebeple de günümüz siyasetçilerini kutlamaktansa suçlamayı tercih ediyorum.

Yukarıda da belirttiğim gibi, şuçlanacak olanı seçtiğimizde kutlanacak olanı dışlanız. Aynı şekilde kutlanacak olanı seçtiğimizde de suçlu olanı dışlarız. Suçlama ve kutlama mantığının arka planında ise devrin değişim değerlerinin büyük bir önemi vardır. O zaman Atatürk'ün devrimlerini kutlamıyorsak, onun devrimlerine karşı gelenleri kutluyoruz demektir ve Atatürk bizim gözümüzde suçlanacak bir liderdir. Bu ahmaklığı yapamayacağımız için biz Atatürk'ün devrimlerini kutluyor ve onun devrimlerine sadece bugünler de değil, her anladında karşı gelenleri suçluyoruz.

Devirlerin açılıp kapanmasından bahsettik, o zaman şu gerçeklikten de bahsetmek yerinde olur: Atatürk devrinin kapatılması faaliyetleri hızla devam etmektedir. Geç olmadan uyarıyorum, bu ülkeye sahip çıkalım.

Anıtkabir Defteri daha bu ülkede duruyorken...

Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ