23 Şubat 2008 Cumartesi

Biz Bize Benzeriz...

Yekta Güngör Özden, Laiklik İçin adlı kitabının 1. basımının 323. sayfasında şunları konuşuyor: "Atatürk içimizdedir ve sonsuza dek yaşayacaktır. Değil yıllar, çağlar geçse ona koşacak, ondan güç ve haz alacağız. O, bizim için doyumsuz bir kaynak, ulusal bir ülküdür. Türkiye'nin soyut ve somut tüm değerlerinin adıdır. Türk ulusunun ve Türk yurdunun değişmez simgesidir."


Yekta Güngör Özden, olaya çok iyimser yaklaşıyor olmalı; çünkü şu günlerde Atatürk'ün ve Kemalizm'in o kadar önemsendiği yok. Emrah Demir Örs'ün de bir yazısında belirttiği gibi, Kemalizm liberaller tarafından bile bir statükoculuk olarak görülüyor. Çağlar geçiyor; ama ona koşacak, ondan güç ve haz alacak kişilerin sayısı nedense azalıyor. Gençlerimiz bile, gençliğe hitaben konuşan Ata'larını artık önemsemekten uzak görünüyor.

Amacım, Yekta Güngör Özden'in düşüncelerini burada çürütmek değil, kendisiyle hususi bir hasımlığımda yok. Amacım bugün itibariyle Türkiye'nin durumunu bu açıdan gözler önüne sermek.

Yine Yekta Güngör Özden'in yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye'de bulunan cami sayısı, Türkiye hariç tüm dünya da bulunan cami sayısından fazla. Ben bu araştırmayı bir internet sitesinde yazmış olduğum makalede belirtirken dinsiz olarak suçlanmıştım. Hayır aslında bunun dinsizlikle bir alakası yok. Bunun israfla bir alakası vardır ki varın onun haramlık kısmını varın siz düşünün. Bana dinsiz diyenlerden birinin iddiası şu şekilde idi: "Ben camii üniversiteme uzak diye, 15 dakika yürüyerek Cuma Namazına gidiyorum. Bu yüzden de derse yetişemeyip, üniversitemi uzatıyorum. Sense camiler fazla diye burada konuşuyorsun. Ogün Samast'lardan dışarıda yok mu sanıyorsun?". Arkadaşımızın düşündüğüne saygı duyuyorum; ama o aydın bir genç olarak neden cami yapılmasından çok üniversite yapılmasını savunmuyor ona da şaşırıyorum. Sanırım sorunu işsizlik ile mücadele.

Atatürk'ün Bursa Nutku'nu anarşizm sayanları unutuyor Sayın Yekta Güngör Özden. Kendisinin Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak, Atatürk'ün bu nutkunun mahkemelere düştüğünü unutmaması gerekir. Amerika'ya kaçma gibi bir fırsatı bulamadığı içinde Bursa Nutku'nun başına gelenleri, hatırlaması gerçekten özel ve güzel olacaktır.

Şeriatın kestiğiparmak acımaz diye düşünenlerin ülkesine dönüştüğümüz bu günlerde ben Sayın Yekta Güngör kadar iyimser olamayacağım. Kendisi "Atatürk'ü anlamak, amacını ve ilkelerini kavramak, ona layık olmanın ilk koşuludur." diye kitaplarına yazılar yazarken, bu ilk koşulu bile yerine getiremeyenlerin Anayasa'yı değiştirmeye çalıştıklarını biliyor mu acaba?

Kendine gel Sayın Yekta Güngör Özden, yazdıklarınla okuyucuyu yanıltıyorsun, çok iyimsersin(!)

Bir kere Sayın Yekta Güngör Özden, sen bilmiyor musun, Çanakkale Savaşı evliyalar ile kazanıldı. Hani şu bizi Sarıkamış'ta yalnız bırakan evliyalarla. Yazdıklarına dikkat etmelisin. Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı olarak sen bilmiyor musun ki, senin Başkanı olduğun bu kurum Atatürk'ün ilkelerinin izinde yürüyenleri 367 kararıyla sekteye uğrattı. Kendine gel Sayın Özden.

Bir de çıkıp utanmadan diyorsun ki, laiklik ve aydınlanma aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmadır. İyice çığrından çıktın sen Sayın Özden, bir kere laiklik kiliseyle ilgili bir kavramdır. Hiç mi Abdurrahman Dilipak'tan bir şeyler öğrenmiyorsun, hiç mi vikipedia denilen sitelere girmiyorsun?

Ve son olarak beni affet Sayın YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN...

Saygılarımı Sunuyorum. Başta da değerli hukukçu Sayın Yekta Güngör Özden'e...

Gökhan DAĞ

14 Şubat 2008 Perşembe

İklimlerden Ekonomiye: Bir Yıkılış Senaryosu

Türkler yani biz farklı insanlarız. Her yönden...

Siyaset ve iklimi dolayısıyla da coğrafyayı birlikte inceleyen daha doğrusu incelemeye çalışan düşünürlerin çoğunlukla savunduğu görüş şudur: "Soğuk iklimlerde yaşayanlar, kendilerini sıcak tutmak için çok çalışırlar, savaşırlar ve bu sebeple bu insanlar çok cesur ve gözü karadır. Sıcak iklimlerde yaşayanlar ise miskin olurlar. Tembellik onların vücutlarına ağır bir yük gibi baskı yapar; ama bu insanlar soğuk iklimlerde yaşayan insanlara göre daha ahlaklıdırlar. Soğuk ülkelerin halkları ise daha özgürlükçüdür; ama bu özgürlükleri başkalarının özgürlüklerini yok etmeye de yönelebilir."

Orta Asya gibi bir yerden Anadolu'nun topraklarına yol almış bir millet olarak, soğuktan sıcağa geldiğimizi kimse inkar edemez. Bu durumunda bizde tembellik yarattığını eski düşünürlerden yola çıkarak savunmak mümkün. Bizim Orta Asya'daki savaşçı kimliğimize bürünmemiz şu anki toplu durumda düşünülemez; ama bu savaşçı kimliğe silah bürünmeden de sahip olmamız gerekir. Kısacası tembellik bizim içimize işler durumda. Türk insanı zora geldiğinde savaşır diye kendini avutanlara şunu söyleyeyim: herkes zora geldiğinde savaşır.

Konuyu fazla dağıtmanın bir anlamı yok. Özelleştirme mantığımıza ve Migros'un çoğunluk hisselerinin satışına değinmek istiyorum. Öncelikle özelleştirme mantığımızdan bahsedelim.

Kapitalizm serbest piyasa ekonomisine dayanır. Devletin ekonomiye müdahalesi kapitalist sistem tarafından eleştirilir. Klasiklerin savunduğu bu görüşün büyük felaketlere yol açtığı 1929 Ekonomik Bunalımı'nda görüldü. Kısacası ekonomiye müdahale etmeyen bir devlet tüm riskleri göze almış demektir. Bizim özelleştirme mantığımız klasik görüşe daha uygun geliyor olacak ki devletin sahip olduğu kurumları birer birer özelleştiriyoruz.

Telekomu sattık. Başka bir örnek vermeyeceğim. Satılan Telekom yıllık kazandığının çok üstünde bir fiyata satılmadı. Yani satın alanlar yatırdıkları sermayeyi şimdiden çıkarttılar ve üzerlerine büyük kârlar eklediler. Bu kazancı devletimiz elde etseydi daha iyi olmaz mıydı? Tabii ki daha iyi olurdu; ama o zaman sıkışan ekonomiyi açmak için bu paraya aniden ihtiyaç duyuldu. Sonra da gelip ekonomiyi düzeltiyoruz sözleri doruğa çıktı.

Özelleştirme aslında sanıldığı kadar kötü bir şey değildir. Kötü olan bu işin bilinçsizce yapılmasıdır. Ekonomiyi oy kaygısıyla satışa çıkarmak, kısa vadeli çözümler sağlamaktan başka bir şey değildir. "Satın Telekom'u para gelsin, satın Tüpraş'ı para gelsin. Ekonomi iyi diye gösterilsin, sonrası Allah Kerim." bu mantıkla yapılan özelleştirme felaket getirir. Satılan şirketlere Uzan'ın şirketleri gibi muamele yapamayacağınıza göre kontrolun kaybedildiğinin kabul edilmesi gerekir. Ayrı bir konu da ülkenin kulağının, istihbarat açısından hayati önem taşıyan Telekom'un satılmasının yarattığı ters mantıktır.

Tekel durumundaki firmaları özelleştirmek ve yerine devlet eliyle yeni yerler açmamak mantık dışıdır. Piyasadaki rekabet hacminin düşmesi ekonominin düzenini altüst eder.

Kısacası soğuk iklimden sıcak iklime geçmek bizdeki enerjiyi yok eder oldu. Kısa vadeli çözümlerle, oy kaygısıyla hareket ediyoruz. Bakın Montesquieu İklimler Kuramı'nda ne demiş: "Bir insanı sıcak bir yere koyun; hemen kalbinin sıkıştığını, baygınlıklar geçirdiğini görürsünüz. Bu durumda ona canlanmasını teklif edin, öyle sanıyorum ki pek istekli davranmayacaktır ve kendini koruma korkusuna kapılacaktır."

Montesquieu'dan hareket edersek bizim de başımıza geleni daha rahat anlarız. Soğuktan sıcağa gelmek bizim enerjimizi az biraz değil çokca yıktı. Bize canlanmamızı teklif eden yok ama, ede olsa bile pek istekli değiliz. Oy korkusundan da bzim istekliliğimiz ekonomik anlamda küçük bir canlanma yani kısa vadeye dönük özelleştirmeler oluyor.

Benim anlamakta zorluk çektiğim bir diğer konuda şu: Ekonomideki tekel firmaları satarken kazandığımız kısa vadeli çıkarlar ekonomiyi canlı gösteriyorsa, bu kısa vadenin vadesi mi doldu ki Migros satılıyor?

Hiper marketlerin artık süper marketlere dönüştüğü şu günlerde en büyük marketi 3M (MMM) olan Migros bu sınırın üstüne çıktı ve 5M marketlerini hayata geçirdi. Migros büyüyor diye düşünürken birden çoğunluk hissesi bir İngiliz şirketi olan BC Partners'a 1.98 Milyar YTL'ye satıldı. Bu şirket dünyanın önde gelen fon şirketlerinden biri ve aynı zamanda Baymak firmasının da ortağı.

Ekonomi iyiye gidiyordu da neden Türkiye'nin önde gelen Koç Grubu Migros'u sattı. Özelleştirmelerin pili mi bitti?

En kısa zamanda Duracell'e bir yerleri özelleştirelim o zaman.

Hem o'da yabancı

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

12 Şubat 2008 Salı

Şeriatın Bir Göstergesi: Türbanlı Arkadaşların Aceleciliği

Türkiye'nin türban sebebiyle huzurunun kaçtığı elbette bilinen bir gerçek; fakat bu günler, sonra ki günlerin daha huzursuz bir hal alacağını gösteriyor. Uyarıyorum Türkiye el altından değil, açıkça şeriata sürükleniyor. Bunu gösteren göstergelerden sadece birisi de üniversitelere kanunsuzca giren türbanlı öğrencilerdir. İddiamı okuyunca umarım bana hak verirsiniz.

Hukuk Devleti olarak Türkiye, şeriatın kurallarına yenik düşürülmeye çalışılıyor. Bu da açıkça, şeriat hükümlerinin uygulanması ve var olan hukuk kurallarının çiğnenmesiyle oluşuyor.

En başta belirtelim ki türbanın kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'de açıkça şart getirildiğine dair şüpheler vardır. Türbanlı vatandaşlarımızın bu şüpheleri taşımadığı ise her hallerinden bellidir. Kısacası türbanlı vatandaşlarımız için, türbanla gezmek dinimizin bir emridir.

Biliyorsunuz ki üniversitelerde türbana serbestlik tanıyan düzenleme TBMM'den geçti. Bunu bilmenin, getirmesi gereken başka bir bilme daha olmalıdır ki o da TBMM'den geçer oy alan her düzenlenmenin kanunlaşmadığıdır. Resmi Gazete'de yayınlanmayan hiçbir düzenleme geçerlilik kazanamaz. Bir öğrenci bunu bilmiyorsa zaten hiç üniversiteye girmesin.

Görüldüğü ve bilindiği üzere türbanla ilgili düzenleme henüz resmi gazetede yayınlanmamıştır. Buna rağmen türbalarını giyen arkadaşlarımız üniversitelere girmişlerdir. Yani Türkiye Cumhuriyet'nin var olan kanunlarını çiğnemişlerdir. Bunlara izin veren Sayın rektörleri ise anlamak mümkün değildir. Rektörlük ciddi bir iştir ve kesinlikle kanun dışı hareket etmeyi gerektirecek bir mevki de değildir. Kanunlar, rektörler dahil herkesi bağlar.

Bugün geldiğimiz nokta da ise Türkiye Cumhuriyeti'nin kanunlarının (var olduğu bile tartışmalı olan) dini kurallar sebebiyle çiğnendiğini görüyoruz. Bu şeriat değil de nedir, türbanlı vatandaşlar bu yetkiyi nereden almaktadır, Rektörlerin karışıklık çıkmasın diye yaptıklarını söyledikleri bu uygulama Türkiye Cumhuriyeti'nin temel kaideleri ile nasıl örtüşür?

Kanunların, çiğnendiği bir yerde nasıl demokratik, laik bir hukuk devletinden söz edilebilir, bu anayasanın değiştirilemez hükümlerine yönelik bir saldırı değil midir?

Türbanlı vatandaşlarımızın başına türbanı almalarından önce akıllarını başlarına almaları gerekmektedir. Bu şekilde üniversitelere giriş yapan ve onlara sesini çıkartamayanları kınıyorum. Bu Türkiye Cumhuriyeti'ne yapılmış bir saygısızlıktır.

Kısacası şeriatın hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından üstün görmek, şeriata bir yönelimdir. Bunun bir başka örneğini siz değerli okuyuculara göstereyim. 23-24 Haziran 2007 tarihinde Açık Lise sınavına türbanlı giren öğrencileri rapor etmeyenleri, rapor eden öğretmenler hakkında bir soruşturma açılmıştır. Danıştay'ın türbanla sınava giren öğrencilerin sınavını geçersiz saymasına rağmen, türbanla sınava giren öğrencileri rapor etmeyen ilgililer suçsuz bulunmuş, türbanla sınava giren öğrencileri rapor etmeyen ilgilileri rapor eden öğretmenler hakkında soruşturma açlımıştır. Türbana yönelik tüm tepkiler engelenmektedir.

Dini kuralların, Türkiye Cumhuriyeti kuralları karşısında kollanması da şeriat isteminin bir diğer göstergesi değil midir?

Türkiye bugünlerde çok zor bir sınav vermektedir. Umarım bu yazıdan taraf olanlar bu sınavı geçerler. Yoksa beyaz çarşafla yola çıkanlar o çarşafı tutup kefenimiz yapacak.

Saygılarımı sunuyorum.

Gökhan DAĞ

Türkiye'de Eğitim Özgürlüğü ve Şeriat Bağlantısı

Özgürlükler verilmez, alınır mantığı kendi içerisinde ve dışarıdan bakıldığında gerçekten özgürlükçü bir tutumdur. Kısacası zamanımızda siyasi otoritelerin verdikleri özgürlükler, halk için değil kendileri içindir. Bu durumunun nerdeyse tamamen zıt şeklini ise Mustafa Kemal ATATÜRK iktidarı sırasında görmek mümkündür.

Liderimiz, Ata'mız kendini düşünseydi eğer, bu ülkeye şu an Cumhuriyet kelimesini eklemebilir miydik? Kelime demekle yanlış yaptığımı falan düşünmeyin; çünkü günümüzün çalışmaları, Cumhuriyeti, anlamından arındırıp sadece kelimesel işleve dönüştürmekten geri kalmıyor.

Eğitim Özgürlüğü Çalışmaları da bu faaliyetler arasına girebilir. Şimdilerin eğitim özgürlüğü getirme çalışmaları içerisinde olanları Sayın Soner Yalçın çok güzel araştırmış. Bakalım Soner Yalçın, AKP İktidarının erkek üylerinin eşlerini nasıl anlattığına (İtalik yazılar benim görüşümü yansıtmaktadır):

Emine Erdoğan: Tüm kızları çok iyi derecelerle, çok iyi okullardan mezun oldu; ama çalışmıyorlar. Okul bitti ve evlenip, evlerinin hanımları oldular. Emine Erdoğan ise örtünmesi gerektiğini abisinden duyunca intiharı düşündü. Sonrasında 15 yaşında örtünüp, okulu bıraktı.

Hayrünnisa Gül: 11. Cumhurbaşkanımızla görücü usulu evlendi. 14 yaşındaydı, Abdullah Gül ise 29. Yasal olarak 14 yaşında evlenilemeyeceği için 15 yaşına girmesi beklendi. Evlendikten sonra açık olan başı örtüldü. Başarılı öğrencilik hayatı da sona erdi. Abdullah Gül o zamanlar üniversitede asistandı. İlginç olan bir eğitimcinin nasıl birini eğitimden alıkoyduğudur.

Münevver Arınç: Bülent Arınç'ın saygıdeğer eşi. Okuduğu okulun en başarılı öğrencisiydi. Okulundan mezun olup öğretmenlik görevine başladı. Babasının ısrarlarıyla 22 yaşındayken 31 yaşındaki Bülent Arınç'la evlendi. Açık olan başı örtündü ve öğretmenliği bıraktı. Yeni nesilin onun eseri olması artık elinden uçup gitmişti.

Bu örnekleri artık uzatmayacağım. Daha detaylı bilgiyi Sayın Soner Yalçın'dan okumak için Tıklayınız.

Sonuç olarak eğitim özgürlüğü için sürekli didinip duruyoruz; ama eğitim özgürlüğünü ne kadar kullandırdığımıza hiç bakmıyoruz. Bu yapılanlar bir pişmanlık göstergesi de olamaz herhalde; çünkü ananıda al git diyenlerin duyduğu pişmanlıklar bu ülkenin hala kulaklarına gelememiştir.

Zaten çıkartılmaya çalışılan yasa da bunun bir örneğidir. Üniversitelerde takılı olan türban, üniversite hayatı sonrasındaki iş hayatı sürecinde çıkartılacaktır. Kısacası okuyun, evlenin ve örtünüz sizin olsun mantığı. Eğitim Özgürlüğü için uğraşanlar neden Çalışma Özgürlüğünü düşünmemektedir? Yoksa seriat için düşünülen çalışmanın, Çalışma Özgürlüğü ile ilgili olan kısmı için gerekli zemin hazırlanamamış mıdır? Doğrusu bu galiba; çünkü türbanın üniversiteye girişi şeriata yönelik ilk adımdır ve ilk adım atılmadan sonraki adımlar atılamaz.

Fettullah Gülen'in yeterince okulu vardır ve Türkiye'deki üniversiteler onun okulu olmayacakladır. Amerika'da yaşayan bu insan bunu bilmek zorundadır.

Okumak Türkiye'de herkesin hakkıdır; ama Türkiye Cumhuriyeti'nin temel mantığını kabullenmiş herkesin, başka kimsenin değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin bu temel kaidelerine karşı gelen, şeriatın kurallarını benimsemiş bir eğitim düşünülemez. Üniversitelerde türbana karşı değiliz sadece türbanın şeriatın adımı olmasına karşıyız ve Türkiye'de türban siyaseten bu amaç için kullanılmaktadır.

Neyse ki ben hala türban yasasının kabul edilmeyeceği görüşünü taşıyorum. Anayasa Mahkemesi'ne ve türbanın yasallaşsa bile kabul edilmeyeceği görüşünü savunan Erdoğan TEZİÇ hocama güveniyorum.

Saygılar, umarım sinirimi bağışlarsınız değerli okuyucular.

Gökhan DAĞ

AKP'nin Demokrasi Mantığı

Her ülkenin siyasi hayatı benzerlikler gösterse de farklı anlamlar taşır; fakat dikkatler ülkemize yöneldiğinde, her zaman söylerim, benzerlikler neredeyse yok oluyor. Birçok ülke demokrasiyi bir amaç olarak görürken, biz ise gidip demokrasiyi kirli çıkarlarımız için araç olarak görüyoruz.

"Demokrasinin birden çok tanımı olmasına katlanabiliriz, ama bu tanımlar demokrasiyi alırda demokrasiden başka bir şeye götürürse işte o zaman bu iş katlanılmaz bir hal alır" sözünü söyleyen G. Sartori, yaşanmakta olan ve yaşanması muhtemel tehlikeri çok güzel gün ışığına çıkarıyor. Hitler de bir demokrasi tanımı yapmıştı; ama onun demokrasisi hiç de demokrasi değildi. Kısacası demokrasi, halka yönelik bir nosyon olduğu için, iktidarların halka yakın olduklarını göstermeleri yönünden epeyce işlevsel olmuştur. Demokrasiyi övülmesi gerekenden fazla övenler ise, demokrasiyi sadece amaçları için bir araç mantığında kullanmışlardır.

AKP'nin demokrasi mantığından bahsetmemiz gerektiğini hatırlayınca aklıma birden türbanın da demokrasinin araçsallığına vurgu yapabileceği düştü. Demokratik hak olarak türbanı öne sürmek ve onu kabul etmek, demokrasiyi, şeriat uğruna kullanmaktan başka bir şey değildir.

Sürekli özgürlüklere vurgu yapıyoruz ve her alanda özgürlük istiyoruz. Bu isteminde demokratik bir hak olduğunu savunuyoruz; ama unuttuğumuz bir nokta var ki o da demokrasinin özgürlüğü liberalizm kadar savunmadığıdır. Dinsel motifleri, liberal argümanlarla kullanmaya çalışmak sadece öze itaatsizlikten ibarettir. Neyse daha fazla konuyu dağıtmamanın yerinde olacağını düşünüyorum.

Demokrasi azınlık haklarını savunan bir rejimdir. Farklılıkların, aynılaştırıldığı anda demokrasi rejimi tehlikeye düşer. Bunun yerini bir bütünselliğe vurgu yapan totalitarizm alır. İşte AKP demokrasisi de tam bu nokta da eleştiriye uğramalıdır. Kısacası Müslümanlığı, farklılıkları yok edici bir biçimde öne sürmek demokrasi için bir tehdittir. En kötüsü de bu laiklikle bağdaşmaz. Nihayetinde farklılıkları Müslümalık potası altında eritmek demokrasinin mantığıyla çelişir.

Demokrasi kadrolaşmadan yana değildir. Eşitlik ilkesiyle çelişen kadrolaşma harekatı kesinlikle demokrasiyle çelişir.

Bu örnekleri arttırmak tabii ki mümkündür. Mesela Sayın (Cumhurbaşkanından sorumlu) Başbakan Almanya'da (Köln) son olarak "Türban tartışmalarının, ekonomiyi olumsuz etkileyeceği yönündeki eleştirileri yanıtlayarak, “Demokrasi ve ekonomiyi atbaşı götürdüğümüzde, kimse bizimle yarışamaz, yasaklarla demokrasiden uzaklaşarak bir yere varılamaz” dedi." Yorumsuz olarak sizin huzurunuza sunuyorum.

Demokratiklik demokrasiyi her yerde kullanmak değil, ona uygun hareket etmektir. Her yerde özgürlükleri ön plana çıkarmak, özgürlük istemeye hakkı olmayanları özgürlük istemiyle dağa yollamaya sebep olmaz mı?

Daha fazla konuşmayacağım.

Sonuç olarak AKP demokratiktir bir partidir; ama sadece Osmanlı siyasal yaşamına göre...

Teşekkürlerimi sunuyorum.

Gökhan DAĞ


11 Şubat 2008 Pazartesi

Türban Konusundaki Saptırmalar ve Kendimizce Gerçekler

Bugün kısmetse türban konusundaki son yazımı yazıyorum demeyi çok isterdim; fakat yaşananları göz önünde tuttuğumuzda türban meselesiyle daha çok ilgileneceğiz gibi gözüküyor. Benim iddiam türbanın her yönüyle ve her kesimce saptırılan bir obje olduğudur ve bu doğrultuda da yazımdaki amaç, türban konusundaki saptırmalara işaret ederek türbana objektif bir anlam yüklemektir.

Türban konusundaki saptırmaları maddeler halinde sıralayarak amacıma ulaşmayı hedefliyorum ve siz değerli okuyuculardan da her maddeden sonra objektif bir tutumla düşünmenizi istiyorum.
  • Türkiye'de türbanı tümüyle yasakmış gibi göstermek isteyenler, türban konusundaki ilk saptırmanın mimarlarıdır. Şu bir gerçektir ki Türkiye'de türban tümüyle kesinlikle yasak değildir.
  • Türban, Türkiye'de dini yönünden çok siyasi yönüyle anılan bir objedir. Doğruyu söylemek gerekirse türbanın dini tarafı, siyasi tarafının arkasında kalmıştır.
  • Türban takan her vatandaş doğrudan rejim düşmanı sayılamaz. Türbanı takmak ve türbanı istemekse aynı şeyler değildir.
  • Türban takmakla kazanılacak özgürlükler, diğer başka özgürlüklerden çok daha öte sayılamaz. Türbanın vereceği özgürlük hissi kesinlikle diğer özgürlüklerden fazla olamaz. Eğer fazlalık konusunda bir eminlik varsa, bu şeriat devleti isteminden başka bir şey değildir ve kesinlikle rejime yönelik bir tehdittir.
  • Türban kesinlikle İslâmın şartı değildir. Türbanı İslâm'ın şartıymış gibi dayatmak, rejime yönelik bir saldırıdan öte dine yönelik bir küfürdür.
  • Türbanlı vatandaşlarımız, türban meselesini kişiselleştirmektedir. Dini bakımdan bireysel özgürlüklerini, toplumsal özgürlüklerinden üstün görmek doğru bir davranış tarzı olamaz.
  • Türban, Türkiye Cumhuriyeti'nde şeriat rejimine yönelik büyük bir adım olarak kullanılmaktadır.
  • Türbanın okuma özgürlüğü ve çalışma özgürlüğü alanlarındaki kısıtlaması bir gerçektir. Bu kısıtlamayı sonlandırmak için devreye giren siyaset, din ile devlet işlerini birbirine karıştırdığından bu akla şeriat rejimini getirmektedir.
  • Türbanlı üniversiteye girmekle, kesinlikle demokrasinin yerini bir anda şeriat almaz; fakat demokrasinin şeriat rejimine dönüşümüne büyük bir adım atılmış olur. Kısacası şeriat rejimi için türban her şey değildir; fakat çok şeydir.
  • Türban takan bir vatandaş şeriat istemeyebilir; fakat bu onun şeriat için oyuncak olduğu anlamını yadsımaz.
Belli başlı birkaç saptırmayı siz okuyuculara göstermeye çalıştım. Bu saptırmaları gösterme çabasının, bir saptırma olduğunu öne sürmek tabii ki bir eleştiri olarak kabul edilebilir; fakat yukarıdaki maddeleri mümkün olduğunca objektif olarak yazmaya çalıştım. Objektif olamadıysam inanın bana ki bu türban tartışmalarının vermiş olduğu bunalımdandır.

Kısacası, Türban; siyasetin eli altında kirlenmiş fakat bu kirlenmeyi de önemsememiş bir obje olmaya devam etmektedir. Türbanlı vatandaşlarımızın bana özgürlük, diye sokağa çıkmalarının kimseye özgürlük getirmeyeceği, var olan özgürlükleri de tehlikeye atıcı bir boyutu vardır.

Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ