31 Ocak 2008 Perşembe

İhsas-ı Rey'in Organlara Dağılışı ve Sonuçlar

İhsas-ı rey bu zamanların moda kavramı olmakla beraber en genel anlamda oyunu önceden belli etme anlamına gelir. Gizli oy ilkesiyle çelişik görünen bu kavram aslında sanıldığı kadar gizli oy ilkesiyle çelişik değildir; çünkü gizli oy ilkesi demokrasiler içinde var olabiliyorsa, fikrini açıkça savunmakta demokrasilerde var olduğundan, aslında çelişiklik bir bakıma anlamını yitirmiş olur. Kısacası gizli oy ilkesinin var olduğu (ki olmak zorundadır) bir demokraside, demokrasinin doğası gereği ihsas-ı rey yok sayılamaz.

Göründüğü üzere ihsas-ı rey taraf olmak anlaşılmaktadır. Türban konusundaki yaşanan tartışmalar sonrası hatırlayacağınız üzere, yargı organı (kuvveti) türbana karşı olduğunu açıklamış ve Sayın Başbakanımızca ihsas-ı reyle suçlanmıştı. Başbakan ihsas-ı reyi yargı organına yakıştıramamıştı. Kısacası Başbakanca yargı, görevinden sapan bir organdı ve amacı öz amaçlarıyla tutarsızdı.

Sözlerimizi dikkatli seçerek Başbakanımızın yaşanan olayı nasıl saptırdığını göstermeye çalışalım; çünkü bir anlam bulanıklığı yazımızı haksız kılabilir. İşte Başbakanımız da kendince bir anlam bulanıklığı yaratarak kendisini ve türbanı masum göstermeye çalışmıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesini burada oturup açıklayamayacağımdan size sadece şunu söylemek istiyorum: Kuvvetler ayrılığı olan bir rejimde kuvvetlerin kendilerini ifade etmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ayrı kuvvetlerin İhsas-ı rey davranışındaki taraflılığı sadece ülke çıkarları adına olabilir.

Yürütme organının ikili yapısından biri olan Bakanlar Kurulu, nasıl ki, türban konusunda taraf olabiliyorsa (ki bunun ülke çıkarlarıyla bağdaşan tarafını ben kendimce bağdaştıramıyorum), yargı da türban konusunda, türban taraftarı olmayabilir. Başbakan ve dolayısıyla güdümündeki (!) Bakanlar Kurulu türbanı ülke çıkarlarıyla özdeşleştirdiği için, bu özdeşleştirmeyi benimsemeyen kurumları ihsas-ı reyle şuçlamışlardır.

Yargı ülke çıkarlarını hukuka bağlılıkta görür ve bu görüş yargının en doğal görüşüdür. Ortada türban konusunda alınmış olumsuz bir karar varsa ve bu kararı da belirli yargı organları vermişse, diğer yargı organlarının ve o kararı veren yargı organının, söz konusu karardan taraf olmasından daha doğal bir şey olamaz. Evet bunun adı ihsas-ı reydir ve bu ihsas-ı reyi çok olumsuz bir şeymiş gibi herkes haddini bilecek diyerek açıklamalarda bulunmak cahil kandırmaktan farksızdır. Bu yargıyı hedef göstermekten başka bir şey değildir.

Başbakanın yapmış olduğu bu davranış sorgulanmalıdır. Bu ülkede herkesin gücü yettiğine konuşmasından doğabilecek kaos ortamının sorumlusu kimdir?

Gelelim kritik sorulara, türban serbestisinden taraf olduğunu binlerce kez açıklayan, hatta eşini türban serbestisi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yönlendiren bir Cumhurbaşkanı acaba ihsas-ı rey(in Kralını) yapmış mıdır, yapmışsa Başbakan kendinden taraf olduğu için mi Cumhurbaşkanını ihsas-ı rey yaptı diye suçlamamaktadır?

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, kuvvetlerin birbirlerinden üstün olmadığı kriterine de dayanıyorsa, Başbakan'ın yargı görüşünü açıkladığı diye onu tehdit eder gibi "haddini bil" demesi, ne kadar demokratiktir?

Demokrasi sadece türban değildir ve bu demokrasi sadece türbanlılara özgü de değildir. Türban uğruna demokrasinin kurumlarına bu şekilde davranmak demokrasiyi sadece baskıcı bir rejime dönüştürür ve bu inanın bana türbanlı olanların bile zararınadır.

Teşekkürlerimi sunar bu hükümetten taraf olmadığımı belirtirim, işte ihsas-ı rey budur ve emin olun ki ülke çıkarlarınadır.

Gökhan DAĞ

Devirler Arasında Bir Defter

Siyaset devirlerin kapanmasına ve açılmasına sahne olan bir bilim dalıysa, siyasetçi de bu devirlerin önemli bir bireyidir. Siyaset, devirlerin kapanış ve açılışına etki eden siyasetçileri içinde barındırdığı için belki suçlanabilir; ama siyasetin bu yapısının da ayrı bir kutlama törenine layık olduğu unutulmamalıdır.

Şimdi bu girişten sonra sorulması gereken, bugünlerde siyasetin sırf siyasetçiyi içinde barındırdığı için suçlanması mı yoksa kutlanması mı gerektiğidir. Zıtlıklar seçim yapmayı gerektir ve seçimlerde bizim seçtiğimizden yana olduğumuza bir imza atar. Kısacası seçmek, seçmemek unsurlarını da içinde barındırır.

Gelin Atatürk'ü bir devri kapattı diye suçlayalım. Peki Ata'mızı suçlarsak kimi kutlayacağız, Atatürk'ün devrim yasalarını hiçe sayanları mı?

O halde gelin Atatürk'ü suçlama aptallığından vazgeçelim. Onu kutlayalım ve saygıyla önünde eğilelim. Atatürk'ün önünde saygıyla eğilmeyi sadece Anıtkabir'e gidildiğinde gerçekleştiren insanları suçlayalım. Onun yasalarına karşı gelenleri suçlayalım.

Demokrasi de çoğunlukta bulunanlar, azınlığa çektirdiklerini ancak azınlık konumuna geldiklerinde anlarlar. Çoğunluk daha öncesinde çektirdiklerini biliyorsa bu rejim demokrasi değil açıkça bir sadizmdir. Mazoşistseniz bilemeyeceğim ama ben bu sadizim rejimine karşıyım. Bu sebeple de günümüz siyasetçilerini kutlamaktansa suçlamayı tercih ediyorum.

Yukarıda da belirttiğim gibi, şuçlanacak olanı seçtiğimizde kutlanacak olanı dışlanız. Aynı şekilde kutlanacak olanı seçtiğimizde de suçlu olanı dışlarız. Suçlama ve kutlama mantığının arka planında ise devrin değişim değerlerinin büyük bir önemi vardır. O zaman Atatürk'ün devrimlerini kutlamıyorsak, onun devrimlerine karşı gelenleri kutluyoruz demektir ve Atatürk bizim gözümüzde suçlanacak bir liderdir. Bu ahmaklığı yapamayacağımız için biz Atatürk'ün devrimlerini kutluyor ve onun devrimlerine sadece bugünler de değil, her anladında karşı gelenleri suçluyoruz.

Devirlerin açılıp kapanmasından bahsettik, o zaman şu gerçeklikten de bahsetmek yerinde olur: Atatürk devrinin kapatılması faaliyetleri hızla devam etmektedir. Geç olmadan uyarıyorum, bu ülkeye sahip çıkalım.

Anıtkabir Defteri daha bu ülkede duruyorken...

Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

25 Ocak 2008 Cuma

Bu Kadar Olmaz !

Maliye Bakanı ve Sayın YÖK Başkanı, açık kalan mikrofon olayından sonra hemencecik buluştular. Maliye Bakanı'nın YÖK Başkanı ile ilgili olan konuşmasını hatırlayalım:

- Bürokrat: Yeni YÖK Başkanı'nın havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor?
- Unakıtan: İsterse söylemesin...
- Bürokrat: Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak Sayın Bakanım çok ciddi başarı olur.
- Bürokrat: 300 milyona yakın, üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar...daha sesleri çıkmaz.... Tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece...

İşte bu konuşmadan sonra YÖK Başkanı ve Sayın Unakıtan buluştular. Konuyla ilgili sorular soran medyaya karşı Bakanımızın verdiği cevaba bakın: "YÖK Başkanı ile ilgili olanları tam duyamamışsınız ama yakıştırmışsınız. Ötekileri iyi duymuşsunuz da... " dedi.

YÖK Başkanı ise; "KIRGIN mısınız?" sorusuna "HAYIR" cevabını verdi.

Şimdi burada öyle şeyler yazarım ki, iki gün sonra değiştirir siz yanlış okumuşsunuz derim; ama bunu yapacak karakterde biri değilim. Yazdıklarımın sonuna kadar da arkasındayım. Aynen konuştuklarım gibi; çünkü ben Atatürk Genci'yim. YÖK Başkanı gibi de susmaz cevabımı anında veririm.

Konuştukları konu da üniversitelere verilecek mali destek. Tabii ki mali destekte artış olacak, okulumuz din yuvaları olma yolundaysa paraya da ihtiyaç duyacak. Zaten eğitimin paralı olması gerektiğini söyleyen, toplumun durumunu süper zekada kavramış bir sosyolog YÖK Başkanımız var. Unakıtan'ın para akıtan olmasının sebebini de varın siz düşünün.

Politika erdem işidir. Politika dürüstlük işidir. Politikayı bu hale getirenlerse, sizi ALLAH'a havale ediyorum. Dürüst olmaları dileklerimle,

Gökhan DAĞ

Eğitim Hakkı Bir Seçkin Hakkı mıdır?

Gökhan DAĞ olarak son zamanlarda yapılan tartışmalar beni oldukça tedirgin etmektedir. Eğitim üzerinde yapılan düzenlemeler, eğitimin çıkmazlarını daha da büyük bir kördüğüme doğru götürmektedir. Sessiz kalmamak için haykırıyorum.

YÖK Başkanı olmuş, isterse yapmasın diye tehdit edilen Sayın Özcan, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve eğitimin üniversitelerde paralı olması gerektiğini savunuyor. Sonra da çıkmış eğitim alma özgürlüğünden bahsediyor. Eğitim almak için parası olmayana ise düşük faizli kredi verilebileceğini savunuyor. Okuyun, borçlu mezun olun sistemi ülkeye sadece adaletsizlik ve kanunsuzluk getirir. Neden bu tezi ortaya attım; çünkü okuduktan sonra işsiz kalmış bir çok aydın görüşlü insan tanıyorum. İşsizliğinde suça teşvik ettiğini savunuyorum.

Türbanlı vatandaşlarımız için, AKP kendisini demokrasi savaşçısı ilan ediyor; ama parasız öğrencilerin okuma işi karşısında konuşan ne biçim bir sosyolog olduğu belli olmayan YÖK Başkanına müsade ediyor. Alın siyaset tercihinizi başınıza çalın.

Türkiye'de eğitim artık elit kesime yöneliktir. Dinci sermaye ile güçlenmiş, dini kesim ekonomik yönden güçlüdür ve ne büyük bir tesadüf ki bunların hepsi üniversitelerde türbanı savunmaktadır. Eğitim paralı olmalı sözünün arkasında ise bu mantık yükselmektedir. Sosyologluk bu mudur Sayın Özcan?

Gidin bakın Sayın Özcan'ın uzmanlık alanına, karşınıza din sosyolojisi çıkmazsa artık bana kesinlikle güvenmeyin. Ben araştırmadan bunu dile getiriyorum. İnşallah haklı çıkarım. Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

İşte AKP Demokrasisi

AKP, kendisini demokrat olarak niteleyen ender dini partilerden biri. AKP teoriye karşı gelmekle kalmıyor ve demokrasi anlayışınada yeni bir boyut kazandırıyor. AKP'nin demokrasi anlayışı ise Sayın Maliye Bakanı, Kemal Zamakıtan, pardon Unaktan tarafından bir kez daha gözler önüne serildi. Sayın Bakan, bir bürokratla yaptığı konuşmada açık kalan mikrofonunun azizliğine uğradı. Peki Bakanla Bürokrat arasında geçen konuşmalar nasıldı? Değinelim,

-Bürokrat : yeni YÖK başkanının havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor?
-Bakan Unakıtan: isterse söylemesin...
-Bürokrat: .... bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak sayın bakanım çok ciddi başarı olur.
-Bürokrat: 300 milyona yakın üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar...daha sesleri çıkmaz.... tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece...

Bu konuşma Sayın YÖK Başkanının görevini nasıl sürdürdüğünün en öenmli kanıtıdır. Eski YÖK Başkanı Sayın Teziç'i her fırsatta karalayan anlayış, bu konuşmaların hesabını vermelidir. Daha önce YÖK Başkanı Yusuf Özcan'ın , TBMM Başkanı Köksal Toptan'ı ziyareti sırasında mikrofonun açık olduğunu unutarak 'ipimizi çekerler' sözünün ardından bugünde Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve bürokratlarının kendi aralarındaki konuşmaları açık olan mikrofondan duyuldu. Konuşmalar bununla sınırlı değil, devamına bakalım.

- Metin Kilci: Dün ulaştırma bakanı ile görüştüm efendim. bu TDİ'nin kapsamından çıkarma kararını aldık ama işleme koyamadık. dedi ki 'siz oradaki adamların hepsini alın'. Yerine yeni isimler verecek...Burhan (Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürü Burhan Külünk) dahil, genel müdür yardımcıları....ondan sonrada kararı işleme koyacağız sizce de uygunsa...
- Bakan Unakıtan: Başbakan'a sorup yapsın Binali.
- Metin Kilci: İşi biz yapacağız yani. O isim gönderecek.
- Bakan Unakıtan: Başbakan'dan müsaade almadan yapmasın...Yoksa Binali(Ulaştırma Bakanı) söyledi bana...
- Metin Kilci: Burhan beyi ve altındaki bütün genel müdür yardımcılarını...hepsi için yeni isim verecek. çünkü kendisine geçince alması üçlü kararname gerektiriyor. Alması bayağı uzayacak.
- Bakan Unakıtan: Tamam yapalım biz onu da, başbakan'ın da haberi olsun.

Burada da bir bürokratın ipi nasıl geçilir onu görüyoruz. Demokratik Liyakat anlayışına uygunluğunu bir kenara bırakırsak, her şeyi Başbakan'a sorma huyunu tartışmaya açmamız gerekir. Başbakan Bakanlar Kurulu'nun eşitler arasındaki birinci üyesidir; fakat ondan korkan bir Bakan'da bir Bakan değil sadece bir kukladır.

Sonuç olarak, AKP bu ülkeyi resmen kandırmaktadır. Bu konuşma kadrolaşmanın resmi bir dinletisidir. Böyle durumlarda onurlu insanlar görevinlerini bırakırlar. Zaman bize bakalım neyi gösterecek. Teşekkürlerimle,


Gökhan DAĞ

Türban Konusundaki Çarpıtmalar ve Köksal Toptan'a Bir Soru

Tartışmaktan sıkılmadığımız konuların başında ne yazık ki türban geliyor. Tartışmayı belki de bir ölçüde hoş karşılayabiliriz; fakat tartışmanın olduğundan çok başka yönlere çekilmesini kesinlikle hoş karşılayamayız.

Türban şimdi de yargıya karşı koymanın, bir aracı olmuştur. Halkımızı bu gerçeği görmesi konusunda uyarıyorum. İki gün önce türbanı tartışırken, bugün türbana karşı konuşma yapan yüksek mahkeme organlarını konuşuyoruz. Türbanın dini bir simge olduğu, türban takan türban kullanıcıları tarafından bile unutur oldu. Artık türban Allah rızası için değil, siyasi bir başarı kazanılmak için takılıyor. İstisnalarsa ne yazık ki, bir şekilde Allah rızasıyla yaşamaya çalışıyor. Bu sebeple baştan belirtelim ki, bu yazı, istisna insanları kapsamamaktadır.

Sayın TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanı makamlığının boşalması durumundaki geçici Başkanı, Köksal Toptan, bugün hiç bir kişi veya kurumun Meclis'ten kendini üstte göremeyeceğini belirtti. Yürekten katılıyoruz kendisine; fakat bu konuşmayı ne amaçla yaptı bunu düşünmek gerekir. Konuşmanın sebebi, var olan bir hukuk kuralını savunan hukukçuların çığlığıydı. Köksal Toptan'ın makamını inceleyelim.

Sayın Toptan, TBMM Başkanıdır ve Cumhurbaşkanlığı makamının boşalması durumunda vekaleten makamı dolduran kişidir. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Tarafsızlığı konusundaki Anayasal madde nu da bağlamaktadır. Kendisi şu anda TBMM Başkanıyken AKP Propagandası yapan, Bülent Arınç'ın yoluna girmiştir ve bir an önce o yoldan çıkmalıdır. Unutmaması gereken kendisinin AKP'yi değil, yüce Türk Halkını temsil ettiğidir. AKP'nin hassas olduğu türban konusunda, eleştiri yürütmenin dualist yapısındaki Başbakan'ın açıklamalarına karşı yapılmışken, eleştiriyi Meclis'e karşı bir eleştiri konumuna sokmak ne derece doğrudur?

Toptan Türban konusunu çarpıtmakta ve olası bir türbanın serbestliği kanuna karşı çıkabilecek Yüksek Mahkeme organlarına karşı bir duruş sergilemektedir.

Sorulması gereken ise şudur: "Sayın Toptan, bir hukuk yorumuna konuşmalarıyla karşı koyan YÖK Başkanı'na karşı basını toplamamışken, neden Yüksek Mahkeme organlarının konuşmalarına karşı basını yanına çağırmıştır, yoksa Sayın Toptan savunulan veya karşı çıkılan şeylere karşı partisel mi davranmaktadır?"

Meclis Başkanlarının Tüm Halkı Temsil Etmesi Gerekir. Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

23 Ocak 2008 Çarşamba

İktidar - Muhalefet İlişkileri

Yazımızın başında hemen belirtelim, söz konusu iktidar ve muhalefet kavramlarının, başına politik sıfatı getirmek yazıyı daha başarılı kılacaktır. İktidardan kasıt hükümeti elinde tutmaysa, muhalafetten de hükümeti elinde tutamayan; fakat tutmak için var olan, hükümete karşı duran anlaşılmalıdır. Muhalefet olmak risk unsurlarını içinde taşır.

Muhalefetin ve iktidarın güçleri var olan siyasi rejime göre değişmekle birlikte, biz bu rejimlerden yalnızca demokrasi ve totalitarizm (bütünü -yasama, yürütme, yargı- elinde tutan, ona istediği gibi yön veren halk ve diğer her şey üzerindeki baskın rejim, örneğin; Mussolini İtalyası ve büyük bir ölçüde Hitler Almanyası) üzerine yoğunlaşacağız.

Chantal Mouffe ve ondan önceki birçok yazarın belirttiği gibi demokrasi statik (durağan) bir kavram değildir ve her zaman var olanından idealine doğru yol alır. Dönelim Türkiye'ye, demokrasinin statik bir kavram olmadığı belli; fakat demokrasinin "Türkiye'deki ideali nedir?" diye sorduğumuzda olay gelir ve tam da iktidardaki güçte takılır durur. İktidar da, eğer teolojik bir parti varsa ve demokrasi gerçekten demokrasiye yakınsa, demokrasinin ilerleyişi yön değiştirir ve (onlara göre) dinsel bir demokrasye doğru yol alır. Bu yol alışta demokrasinin tam karşıtı olan totaliterizme gider ve daha da kötüsü otokrasiye dönüşebilir. İktidar da eğer komünist bir parti varsa demokrasi önce sosyalist rejime ve sonrasında da komünizme doğru yol alır. İşte bu yol alışta muhalefet, iktidarın karşıt görüşüne sahipse, yolu tıkama faaliyetlerine girişir. Totalitarizme yakın bir rejimde, muhalefetin iktidar tarafından silinmiş olması, demokrasi idealinin artık sonlandırıldığını ifade eder. Muhalefetsiz bir rejim kesinlikle demokrasi değildir.

Totaliter bir rejimden demokrasiye dönüş, demokrasinin totalitarizme dönüşmesinden çok daha zor ve neredeyse imkansızdır. Demokrasi, tataliter rejimi düşleyenlere ev sahipliği yaparken, totalitarizm, demokrasi yanlılarını deyim yerindeyse sistemin dışına kovalar. (Eğer hala kaldıysa) Muhalefetin, totaliter bir rejimde demokrasiyi savunması oldukça güçsüz bir savunmadır. Zaten iktidar tarafından da bu savunma yerle bir edilecektir.

İktidar ve muhalefet ilişkilerine bu kadar yoğunlaşmakla, aslında iktidar ve muhalafetin oluşmasına yol açan halkı unuttuğumuzu düşünüyorum. Halk totaliter bir rejimde sadece haktır ve gücü oldukça sınırlıdır. Halk korkutulmuştur. Demokrasi de ise halk totaliter halkın deyim yerindeyse nirvanasıdır. Demokrasi halkı evrimleştirir. Totalitarizmin bertaraf edilmesindeki, belki de tek güç, sınırlı güce sahip olan halktır. Demokrasinin bertaraf edilmesi ise güçlü bir iktadar ve halk desteğiyle olacaktır.

Bu sebeple, iktidar ve muhalefet ilişkilerine bir de bu yönden bakmakta fayda vardır. İktdarlarımıza sınır destek verebiliriz; fakat demokrasi mi yoksa dinsel bir demokrasi mi istediğimizi anladıktan sonra. Saygılarımı sunuyorum.

Gökhan DAĞ

21 Ocak 2008 Pazartesi

Yatacak Yer Meselesi

Yine türban ve yine tartışma. Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan , Yargıtay ve Danıştay'ın türban konusundaki çıkışları üzerine herkesin yerini bilmesi gerektiğini söyledi. İrdeleyelim;

Sayın Başbakanımız, türban konusunun tek cümle ile çözülebileceğini söylerken kendisinden çok emin gözüküyordu. Aynı görünüşü karşıt söylemlerle hukukçularımız da göstermişti; fakat bu hukukçu duruşuna Erdoğan'dan sert bir tepki geldi: "Kuvvetler Ayrılığı varsa herkes yerini bilecek." Başbakan yine kendinden emin bir görüş sergiledi; fakat bu eminliğin arkasında söylediklerinin çelişkili olduğunu bilmeyişi vardı. Bu çelişkiler üzerinde durmak gerekiyor.

Her şeyden önce bir ülkede kuvvetler ayrılığı varsa, ayrı kuvvetlerin ayrı söylemlerde bulunabilmesi oldukça doğaldır. Ayrı söylemler zaten herkesin yerini bildiğini gösterir. Yasama ve yürütmenin, farklı söylemlere imza atabileceği, bir kuvvetler ayrılığı göstergesiyse, yürütme ve yargının da farklı söylemlerde bulunabilmesi kuvvetler ayrılığının göstergesidir. Asıl kuvvetlerin ayrılığının karmaşaya düşmesi, yürütme ve yasamanın aynı ellerde toplanmasındadır. Başbakan ayrılığı birleştiren faaliyetlerle bu ülkeyi yönettiği için, kuvvetler ayrılığının, kuvvetler birliğiyle farklılığını çözememiştir.

Biliyorsunuz ki Erdoğan hükümeti, yargı organlarını hükümetin seçmesi için oldukça büyük uğraş verdiler. Kuvvetler ayrılığı demek, bu demek değildir. Siz çıkıp işinize geldiğinde kuvvetler ayrılığını ön plana çıkartır, işinize gelmediğinde kuvvetleri birleştirmeye çalışırsanız, bu sizin politik tutarsızlığınızı gösterir.

Ayrıca (Cumhurbaşkanı'ndan sorumlu) Başbakanımız, "Yargı makamı ihsas-ı rey makamı değil. Onlar da makamlarının gereğini Anayasa’nın tayin ettiği şartlar içerisinde yapmaya mecburdur" söylemiyle konuya başka bir bakış açısıyla baktı. İhsas-ı rey; önceden taraflılığını göstermek anlamına gelir. Yargı organları tarafsızdır, buna kimsenin itiraz etiği yok; fakat yargı organlarının kurallardan taraf olması gerektiğine dair de bir itiraz yoktur. Nitekim Başbakanımız, yargı organlarının Anayasa'ya göre davranmaları gerektiğini güzelce dile getirmiştir. Çelişki ise burada doğmaktadır. Anayasa Mahkemesi, anayasal bir kurumdur ve verdiği karalar bağlayıcıdır. Bu kararları savunmaksa anayasa da belirtildiği gibi hukuksal kurumların öncelikli tercihidir. Hukukun kabul ettiği bir konudan yine hukuk organlarının taraf olması, ihsas-ı rey diye nitelendirilemez. Hukuk, hukukun arkasındadır. Nitekim de, konuşan hukukçular kendi özel görüşlerini değil, organlarının görüşlerini yansıtmışlardır.

Son olarak AKP'li hukukçular da türban konusunun bir cümleyle çözülmesinin imkansız olduğunu belirtmişlerdir. Kural koymak ciddi bir iştir ve kesinlikle ayak üstü konuşmalarla belirlenebilecek bir iş değildir. İnsanlara bu işin çok kolay olduğu izlenimi yaratmak eğer bir amaçsa Başbakanımız bu amacına ulaştığını zannetmektedir.

Kuralları, tanımları işimize geldiği gibi yorumlamak ve bunu da bilgisizliğimiz üzerine temellendirmek, herkesin yerini bilmesiyse, bu aynı zamanda yatacak yerinin olmadığının da bilinmemesidir. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

18 Ocak 2008 Cuma

Medyanın Gücünü Tartışalım !

"Medya, küreselleşme çağının büyüyen devi midir yoksa küçülen, belirsiz ölçekli işletmesi midir?" sorusunu temel kabul edersek, birkaç katlı bir bina oluşturduğumuzda, binanın yıkılma tehlikesi oldukça yüksektir. Daha anlaşılır bir ifadeyle yazımın konusunu belirtirsem, medyanın konumu ve medyanın bu konumunun tehlikeleri, yazımın konusunu oluşturuyor.


"Medya ele geçirilebilir bir araç mıdır veya böyle bir araçsa bunu ele geçirmek ne kadar doğrudur?" sorusuna verilebilecek bir cevap rejimin niteliği belirleme de nasıl ki etken kabul edilebilirse, medyanın büyüklüğü de medyanın küçüklüğüne terstir ilkesi o derece kabul edilir(mi?). Bu yazı büyüklüğün küçüklükte yok oluşunu resmetmek için yazılmıştır.

Medya toplumları etkileyen önemli bir mekanizmadır. Küreselleşme çağında ya da bu popüler kavramı bir kenara bırakacak olursak medyanın var olduğu her anda, medya halkı etkilemeyi başarmıştır. Yazılı ve görsel kuruluşlar halkı tarafsız bir şekilde etkileme amacının araçları konumundadır. Peki bu halkı tarafsız bir şekilde etkileme amacının başka amaçların aracı olduğunu kabul edersek ne olur? Tartışalım;

Amaçlara hizmet eden, aracı bir medya kendi öz amaçlarının dışında kalır ve bu olay medyanın büyüklüğünün bir küçüklük göstergesidir. Birkaç soru daha sorarsak, tarafsızlığını yitirebilecek büyük bir kuruluş ne kadar büyüktür veya bazı çevrelerin güdümünde özsel amaçları gerçekleştirebilmek ne kadar mümkündür?

Yeterince çok soru sorduğumu düşünüyor olabilirsiniz; ama soru sorma işlevini yitirten bir medyaya sahip olduğumuz için bu yazımda bu özgürlüğümü sonuna kadar kullanmak istediğim için lütfen beni bağışlayın ya da isterseniz bağışlamayın.

Yukarıdaki paragrafta önce doğru olanı yaptım. Sonrasında ise okuyucuma saygısızlık göstererek onu umursamadığı söyledim. Bunu yapmamdaki amaç, bir an için medya gibi davranabilmektir. Medya önce hedef kitlesini güzelce uyutur ve sonrasında onlara öldürücü darbeyi vurur. Bu darbeyi vurmasının sebebi ise medyanın güdümünde olduğu kuruluşların isteğidir. Politik açıdan 3 tür medya vardır. Bunlar;

1- İktidar yanlısı bir medyanın bulunduğu, bir ülke de gerçekler, hep gerçeklerdir. Tıpki gerçeklerin de yalan olabildiği gibi.

2- Muhalefet yanlısı bir medya ise, yalanları gerçekmiş gibi gösterebilme tehdidini içinde barındırır. Önemli olansa gerekleri çoğu kez içinde barındırabilmesidir.

3- Tarafsız bir medya ise, doğruyu doğru, yanlışı ise yine olduğu gibi gösteren medyadır.

Türkiye'de var olan ağırlıklı durum ise ilk sayılan durumdur. Diğer söz konusu durumlar ise azınlıktadır.

Sonuç olarak, çok güçlü olabilmek ancak sizden daha güçlü olabilen birinin varlığının olduğu ana kadardır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ


12 Ocak 2008 Cumartesi

Suçlamadan Önce Dünü Düşünmek

Bir düzen yaratma iddiası en azından bazı kesimler için ortada bir düzensizliğin var olduğunun göstergesidir. Düzeni yaratmak istemenin en kötü düzen bile düzensizlikten iyidir söylemiyle şekillendiğini düşünmek herhalde ki yanlış olmaz. Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir sözünü söyleyenleri belki şu an için hayatta göremiyoruz; ama en azından doğru bir noktaya basmadıklarını şu an için görebiliyoruz. Gerçi bu sözü söyleyenlerin deneme ustası Montaigne zamanında veya ondan önce yaşadığını size söylersem belki de kendimi ve sizi aynı anda yanıltmış olurum. Bu yanıltma da daha önce bizi yanıltmamdan kaynaklanır. Bu sebeple yazımın asıl konusu olan tarihsel durumları bugünün koşullarıyla değerlendirme yanlışlığına geçebilirim.

Zamanımızın suçlanan bir lideri var ve bu suçlanan lider ne yazık ki bizim insanımız tarafından suçlanıyor. Bizim insanımız tarafından suçlanan ise yine bizim efsanevi liderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK. Burada tüm milletimizi Atatürk'ü suçluyor diye nitelendirmiyorum; çünkü bu nitelemeyi yapsam bu yazıyı yazacak gücü kendimde bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Ayrıca bu tarz bir nitelemeyi yapacak olursam bu yazıyı yazmamda ki amaç nedir ve ben bizden değil miyim diye merak ederdim. Kendi üzerimdeki olası suçlamalardan kendimi bertaraf ettikten sonra, liderimiz üzerindeki suçlamaları bertaraf etmeye koyulabilirim.

Liderimiz Atatürk'e yapılan suçlamaların odak noktasını Misak-ı Milli sınırları oluşturuyor. Misak-ı Milli'deki sınırlardansa genelde Musul ve Kerkük üzerine yapılan yorumlar göze ve kulağa çarpıyor. Atatürk'ün sınırlarımız belirlendiğinde Musul ve Kerkük'ü neden Türkiye dahil etmediği tartışılıyor. Tartışma sonrasında ise, bu petrol coğrafyasına sahip olamadığımız için, liderimiz var güçle eleştiriliyor; ama kimse İç Anadolu Bölgesi'nden daha büyük bir coğrafyada şu anda yaşadığımızı göremiyor. Kısacası kimse tarihi bilmiyor ya da herkes tarihi biliyor ve onu (tarihi) kafasına pek takmıyor.

Tarihi günün koşullarına göre yorumlamak saçmadır. Tarihi tarihin gerçekleştiği ana göre yorumlamak hem tarih için, hem de tarihin şanlı insanları için belki de en iyisidir.

Kısa bir bağlamda bugünü değerlendirmem gerekirse, Atatürk için belki zamanında Ankara'yı korumak çok gerekli değildi; çünkü oranın bize bırakıldığı belliydi. Ama şimdi Ankara'yı korumak o zamankinden çok daha değerli hale gelmiştir. Bu tarihin bize bir şantajıdır.

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ


10 Ocak 2008 Perşembe

Tanımlar, Modern Diktatörlük ve Demokrasi...

Gerçekte çok başka anlamda olan doğru bir tanıma, yanlış bir tanımlama yaparsak, aslında yanlış olan bir şeyi, söz konusu doğru olan şeye karşı tercih etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Eskilerin söylediği bu söylem şu anki birçok tanımlamanın hakkında çelişki duymamıza yol açar ve bu çelişki doğru bir çelişkidir.

Totoliter sistemler de bu şekilde doğru olanların yanlış tanımlamasını pekiştirerek, kendi yanlışlığını doğrulatma yoluna gitti ve nitekim de tarihte bu yolla kendi açısından başarılı oldu. Totoliter sistemlerin bu başarı ne yazık ki, dünya için bir felakete dönüştü.

İşte benim korkum, şu an Türkiye'de var olan demokrasi tanımının aslında olması gereken demokrasiden daha iyi olduğu söylemlerinin artmasıdır. Türkiye'deki demokrasi bu şekilde mükemmelleştirilirken, sınırlı çoğunluk yönetiminde de bozulmalar beraberinde gelmektedir. Kanımca sınırlı çoğunluk yönetiminde var olan bu bozulmalar ise aslında var olan demokrasinin modern bir totoliter yapıya bürünmesine yol açar. Niteim iktidar lideri de modern bir diktatör halini alır.

Tüm halkı kucaklayıcı bir politika belki şu an mümkün görünmüyor; ama sadece belli bir halkı kucaklayan bir politika da en az bu mümkünsüzlük kadar kaygı verici gözüküyor. Türkiye'nin sorununun lehte oy verenlerin sorunu olarak görüldüğü bir anlayış kesinlikle demokratik olma iddiasından uzaktır ve nu anlayış modern bir diktatörlüğün resmidir.

Bilincin artması gerekiyor. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

5 Ocak 2008 Cumartesi

Politika İnsanı Değiştirir; ama Ne Kadar?

Politikanın insan(lar)ı değiştirdiğini öne sürüyorum. Öne sürerken de daha önce bu fikri öne sürenlerin önüne geçmiyorum. Kısacası haddimi biliyorum; fakat politikanın insanları değiştireceği konusunda da bir hadde sahip olmayanları kınıyorum.

Politika, politik anlayıştan yoksun olan insanların ilk karşısına çıktığı zaman onlara kolayca değiştiremeyecekleri anlayışları dayatır. Bu anlayışlardan ise sadece bir kısmı kabul edilir. Farklı anlayışlardan, farklı olan alınır içselleştirilir veya farklı olanlara aynı derecede yakın olan bir orta yol politikası izlenir. Kısacası farklı görüşlerden sapma politikanın bile şaşacağı bir dönüştür. Örneğin, tam komünist bir birey kesinlikle birden kapitalist olamaz. Ancak görüşlerinde küçük bir yumuşama olur. Bu yumuşama ise en son kertede sosyal demokratlık sınırlarına takılır, daha ötesine geçemez.

Ortaya attığım bu görüşlere paradoks oluşturabilecek insanları ise son zamanlarda bulmamız mümkün hale geldi. Tamam, görüşüm evrensel bir gerçek değil; fakat tamamen değişebileceklerini söyleyen insanların söylediklerinden çok daha mantıklı. Evrensellikten bahsetmişken konuyu daha fazla bir coğrafyaya yaymaya gerek olmadığına karar verip, ulusal sınırlarımıza dönüyorum.

Her zaman diyorum, Türkiye garip bir ülke. Politikacılarımız ise daha bir garip. Bahsettiğim model çerçevesinde konuşmayı sürdürecek olursam, bizim politikacılarımızın ne kadar çabuk değiştiğini gösterebilirim diye düşünüyorum. Sol ideoloji ile büyümüş; fakat koltuk sevdasına düşünce gidipte bakan olmuş insanlarımızı bu modele örnek göstermek pekala ki mümkündür. Daha önce iki karış sakalla ortada gezenen insanlarımızın şimdi farklı bir bakanlıkta görev aldığını nasıl unuttuk onu da anlamış değilim.

Bakanlık size düşük bir mertebe olarak geldiyse size başka örnekler vereyim. Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, tarikat liderlerinin dizinin dibine oturup, radikal İslamcılarca konuşurken, birden demokrat, liberal ve Atatürkçü bir insan olmuştur.

Cumhurbaşkanımızın da bu durumdan farklı bir yanı yoktur. Sakın ola ki bu insanları suçluyorum sanmayın. Sadece çizmiş olduğum çerçevenin dışında kaldıkları için onlardan bahsediyorum.

Sonuç olarak, aynaya bakın ve kendinize sorun, politik olarak ne kadar değişebilirim ve değişirsem bu ne kadar etiktir?

Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ




3 Ocak 2008 Perşembe

Siyasi Enflasyon ve Deflasyon

Daha önce bu iki kavram kullanıldı mı bilmiyorum, en azından ben bu tarz bir kullanışı görmedim. En basışında söylemem gerekirse amacım siyaset dünyasına olmadığını varsayarak iki yeni kavram kazandırmak değil, siyasetin doğasına ilişkin bazı sorunları ortaya çıkarmaktır.


Öncelikle enflasyon ve de deflasyondan bahsediyorsak bu kavramların ne olduklarını bilmemiz gerekir. Enflasyonun konumuz açısından önemli açıklaması, toplam talebin toplam arzdan fazla olmasıdır. Deflâsyonun konumuz açısından önemli açıklaması ise toplam arzın toplam talepten fazla olması ve bu durumun bir durgunluk yaratmasıdır. Unutulmaması gereken bir ekonomide düşük seviyede bir enflasyonun aslında ekonomiyi canlı tutmadaki rolüdür.

Durumu siyasete uyarlarken, iktidar ve muhalefeti aynı kefeye koymanın amacımı gerçekleştirme de bir sorun yaratacağını düşünmüyorum. Yalnız akılda tutulması gereken, siyasi enflasyon ve deflasyonda iktidarın muhalefetten daha fazla rolünün olduğudur. Bu açıdan iktidar ve muhalefet olayın toplam arz yönünü oluşturmaktadır. Toplam talebi ise, söz konusu iktidar ve muhalefetten beklenti içinde olan tüm kesimler, en genel itibariyle seçmenler kapsamaktadır.
Bilindiği üzere seçim dönemlerinde iktidar ve muhalefet veya tüm siyasi partiler, seçmenlerin sorun olarak düşündüğü konulara çözüm arayışlarına girerler ya da en azından girer gibi gözükürler. Kısacası seçmen sorunlarının çözümünü talep ederken, siyasi partilerde bu sorunların çözümü için fikirler sunar veya yazımıza uyarlarsak çözümler arz eder. Bu çözümlerle de siyasi propagandalarını yaparlar. Buraya kadar hepimizin hem fikir olduğunu düşünüyorum. Şimdi söyleyeceklerim içinse yandaşlar arıyorum.

Siyasi propagandaları sebebiyle seçmenler tarafından iktidar olan parti veya partiler talepleri karşılamak için faaliyetlere girişirler. Muhalefet ise, halkın taleplerini karşılamayı kısmi olarak gerçekleştirmeye çalışır. Muhalefet, iktidara taleplerin gerçekleşmesi konusunda baskı yaparken, aynı zamanda taleplere cevap verilememesi sebebiyle iktidarı eleştirir. İktidar, faaliyetleriyle arzını sunar ve seçmenlerin talebiyle uyuşmasını bekler. Eğer iktidar taleplere yeteri kadar arz sunamıyorsa bu bir siyasi enflasyon yaratır. Taleplerin arzın çok üstünde seyretmesi ise bir siyasi hiper-enflasyona neden olur ve bu durum iktidarın iktidarsızlığı anlamına gelir. Kısacası, başarılı muhalefet, iktidara geçecektir. Yazımızın başında belirttiğimiz üzere, bir ekonomide küçük çapta bir enflasyon ekonomiyi canlı tutar. Bunu siyasete uyarlamakta mümkündür. Şöyle ki, hiçbir iktidar, halkın tüm talebini karşılamak istemez. Eğer halkın tüm talebi karşılanırsa, ortada bir sorun kalmayacak ve iktidarın hangi siyasi partide olduğunun, rasyonel düşünen seçmen tarafından bir anlamı kalmayacaktır. İktidar, tekrardan seçimlerde iktidar olabiliyorsa bu siyasette arz-talep dengesini sağladığı veya bu dengeye yaklaştığı içindir. Bu durum halkı siyasetten gittikçe uzaklara götürür. Kısacası tüm sorunların çözümü siyasetin iflasıdır ve siyaset sorun ortamında var olan bir bilimdir. Toplam talep ve toplam arz arasındaki fark mutlak değerce (talep arzdan büyükse) enflasyon veya (arz talepten büyükse) deflasyon boşluğunu bize verir. İktidarın, bu durum siyaseten her ne kadar sayısal olarak ölçülemese de, bu boşluğu iyi hesap etmesi gerekir.

Birazda enflasyonla neredeyse tamamen ters kutuplarda yer alan deflasyon durumuna bakmak gerekir. Deflasyon daha öncede belirtildiği gibi en basit anlamıyla toplam arzın, toplam talepten fazla olması durumudur. Bir seçim döneminde eğer halkın sorunların çözümü anlamında hiçbir talebi yoksa veya bir talebi olsa bile bu talebi karşılayacak, çözümler hazırdan daha öte bir konumdaysa burada bir siyasi deflasyon durumu vardır. Deflasyon bir diğer anlamıyla, durgunluk, bu açıdan siyasi bir durgunluk yaratmıştır ve halkın seçimi rasyonel değil, irrasyoneldir. Kısacası çözümleri kimin yapacağının artık bir önemi kalmamıştır. Seçim bir formalite haline dönüşmüştür. Bu siyasetin iflası anlamına gelir. İktidarın veya (kaldıysa) muhalefetin yapay sorunlar yaratması, ilk başta akla gelen tutumdur. Bunun ahlaki tarafı, ne yazık ki siyasetin var olabilmesi veya sürdürülebilmesi için geri plandadır. Bu sebeple unutulmamalıdır ki siyasi açıdan bir durgunluk sadece teorik olarak var olabilir ve bu (korkunç sonuçlara yol açabilecek) bir ütopyadır. Çözüm için var olan arzı düşürmek veya yapay sorunlar yaratarak talebi arttırma yoluna gitmek en başta akla gelendir. Sonunda ipin ucunu kaçırmanın bir siyasi enflasyona neden olabileceği de unutulmamalıdır.

Kısacası; enflasyon ve deflasyon birbirine neredeyse tamamen ters olan iki ayrı kutupta yer alır. Ters kutupların birbirini çektiği düşünülürse, enflasyonun deflasyonu çağırma riski olduğu unutulmamalı ve akılda kalması gereken bu durumun dikkatlice muhafaza edilmesi sağlanmalıdır. Bu sebeple siyasi deflasyonunda istenmeyen bir durum olduğu unutulmamalı ve tüm sorunları çözeceğini iddia eden tüm siyasi teorilerden kaçınılmalıdır. Yazıma tüm sorunları çözmemek ve olan sorunlara yenilerini eklememek adına son veriyorum. Okumadaki sabrınız ve ilginiz için teşekkürler.

İstanbul - 02.01.2008/Gökhan DAĞ